27 Aralık 2010 Pazartesi
Ural-Altay Dilleri
Ural-Altay dil grubu, Ural ile Altay dilleri arasında doğrudan organik bağ bulunmadığı gerekçesiyle, yani bir Proto Ural-Altay dili bulunmadığı veya saptanamadığı için 1960'lardan beri artık kabul görmemekte olan dil ailesi hipotezidir.
Ancak Ural ve Altay dilleri çok net birtakım benzerlikler göstermektedir. Her ikisindeki ortak dil bilgisi özellikleri çok belirgindir ve temel noktalardadır.
Her iki grupta da:
1- Sondan ekleme/türetme (Agglutinasyon)
2- Ünlü uyumu
3- Özne-nesne-fiil (SOV) dizilimi
4- Cinsiyetsizlik(feminen-maskülen ayrımının yokluğu)
görülür.
Velhasıl sıkıntı kelime dağarcığı noktasında başlar. Ural ve Altay dilleri arasında aynı kökten olduklarını belirtecek bir kökensel dağarcık benzerliği sözkonusu değildir. (Hint-Avrupa dilleriyle karşılaştırınız: Farsça - birader, Almanca- bruder ; İngilizce - star, Farsça - sitare)
Gramer benzerliğine rağmen kelime kökleri aynı veya benzer değildir, kişi zamirleri gibi küçük istisnalar haricinde büyük oranda farklılık gösterirler. Belli başlı birtakım benzer kelimeler vardır. Ancak bunlar "loanwords"(kiralık kelimeler) olarak tanımlanmaktadır. Zira Altaik ve Uralik insanların birbirine yakın bölgelerde, benzer yaşam tarzıyla yaşadığı bilinmekle beraber, bunların birtakım bir arada yaşam yahut ticaret ilişkileri içine girdiğine dair kuvvetli bulgular vardır.
Bu kadar gramer benzerliği bir yandan, akla şöyle bir olasılığı getiriyor:
Ural-Altay insanları tarihin bir noktasında belli bir ortak dili konuşurken bir noktada dağılarak ayrılmış ve bu gruplardan biri, başka insan gruplarıyla karşılaşmak suretiyle benzer gramer üzerine farklı ve yeni bir kelime dağarcığı inşa etmiş olabilirler.
Japon ve Kore dillerinin Altaik statüsü halen bir ölçüde tartışmalıdır. Ancak bu iki dil hakkında pek detay bilmediğim için buna girmekten kaçınıyorum.
Türkiye'de Enflasyon
"Hakikaten anlamadığım bir durum var: Kimi insanların iki otomobili olur, birini karısı, diğerini kendisi veya oğlu kullanacaktır. Beş tane yardımcısı da olabilir, pekala. Peki ama, bir adam beş yatı niye alır, beş yat ne işe yarar?!Haydi birisiyle oğlu geziyor diyelim, diğerinde kendisi geziyor; diğerleri ne oluyor, orada burada çürüyor!
Garip bir tüketim bu. Kendi işleyerek kazanılmamış olan bu paranın yatırıldığı yerler biraz kontrol edilseydi, bu kadar büyük krizlere girilmezdi. Hiçbir şey üretmiyorlar; tüketmiyorlar bile; çürütüyorlar...
Bence enflasyonun Türkiye'deki en kötü etkisi, usulsüzlükleri ve kanunsuzlukları, suç sayılabilecek ve herkesi etkileyecek her türlü meseleyi olağan hale getirmesi. Türkiye'deki bütün düzeni bozdu enflasyon. "Namus kalmadı" diyebilirsiniz tırnak içinde, nasıl söylersiniz bunu bilmiyorum, ama böyle.
Bence Türkiye'de parayla oynamanın hiçbir pis tarafı kalmadığı zaman, "Ekmek parası ablacığım" dendiği zaman, köşedeki limon satandan en yukarıdaki bankacıya kadar herkes bu işe daldı ve pislendi, kirlendi hepsi. Onun için, şunu yapmış-bunu yapmamış, o olmuş-bu olmamış, o temiz insandır-bu kirli insandır diye bir şey yok. İçine girince onlar da kirleniyorlar tabii. Bankacılar veya büyük tüccarlar, sanayiciler veya alelade vatandaş...Hepsi düzenbaz oldu, bu hakikaten çok kötü bir şey.
Bence Türkiye'de parayla oynamanın hiçbir pis tarafı kalmadığı zaman, "Ekmek parası ablacığım" dendiği zaman, köşedeki limon satandan en yukarıdaki bankacıya kadar herkes bu işe daldı ve pislendi, kirlendi hepsi. Onun için, şunu yapmış-bunu yapmamış, o olmuş-bu olmamış, o temiz insandır-bu kirli insandır diye bir şey yok. İçine girince onlar da kirleniyorlar tabii. Bankacılar veya büyük tüccarlar, sanayiciler veya alelade vatandaş...Hepsi düzenbaz oldu, bu hakikaten çok kötü bir şey.
Bu durum aslında tüketim toplumu dediğimiz toplumun ortaya çıkması; yani herkesin yerini belli etmek için belirli bir frapan tüketime dönmesi, kanaatkarlığın değil de, parasına göre yaşama alışkanlığının olması. Bu, paranın oynaklığıyla ilgili."
Prof. Dr. Mübeccel Kıray
26 Ekim 2010 Salı
Tabağımda bulut, kadehimde gökyüzü
"Apostol bu ne biçim meyhane?
Tabağımda bir bulut, kadehimde gökyüzü."
Oktay Rifat
Fotoğraf: tehanu_f tarafından, adres: http://www.trekearth.com/gallery/Middle_East/Turkey/Marmara/Canakkale/Bozcaada/photo719719.htm
16 Ekim 2010 Cumartesi
10 Ekim 2010 Pazar
Yaşlı Yanılgı
bir ülke ki hiç gitmedin
bir deniz ki hiç yüzmedin
bir orman ki yaslanmadın yeşil serinliğine
ya sen neyi özlersin ey kuzucuğum
anlat güzel günleri anlat bütün gücünle
ama özlemee
çünkü sen hiç görmedin ki guzel gunleri
Hasan Hüseyin
bir deniz ki hiç yüzmedin
bir orman ki yaslanmadın yeşil serinliğine
ya sen neyi özlersin ey kuzucuğum
anlat güzel günleri anlat bütün gücünle
ama özlemee
çünkü sen hiç görmedin ki guzel gunleri
Hasan Hüseyin
23 Eylül 2010 Perşembe
Uyur İdik Uyardılar!
Uyur idik uyardılar,
Diriye saydılar bizi,
Koyun olduk ses anladık,
Sürüye saydılar bizi..
Sürülüp kasabaya gittik,
Kanarada mekan tuttuk;
Didar defterine yettik,
Ölüye saydılar bizi..
Halimizi hal eyledik,
Yolumuzu yol eyledik,
Her çiçekten bal eyledik,
Arıya saydılar bizi
Aşk defterine yazıldık,
Pir divanına dizildik,
Bal olduk, şerbet ezildik,
Doluya saydılar bizi..
Pir sultan'ım haydar şunda,
Çok keramet var insanda,
O cihanda, bu cihanda,
Ali'ye saydılar bizi..
Pir Sultan Abdal
Diriye saydılar bizi,
Koyun olduk ses anladık,
Sürüye saydılar bizi..
Sürülüp kasabaya gittik,
Kanarada mekan tuttuk;
Didar defterine yettik,
Ölüye saydılar bizi..
Halimizi hal eyledik,
Yolumuzu yol eyledik,
Her çiçekten bal eyledik,
Arıya saydılar bizi
Aşk defterine yazıldık,
Pir divanına dizildik,
Bal olduk, şerbet ezildik,
Doluya saydılar bizi..
Pir sultan'ım haydar şunda,
Çok keramet var insanda,
O cihanda, bu cihanda,
Ali'ye saydılar bizi..
Pir Sultan Abdal
15 Eylül 2010 Çarşamba
Termö Römon Şarkıları
Ben anlamam bu işlerden.
Ne hayata kafam basar, ne de ötesine.
Bir sikim beceremez elim kolum, atıl durumdadır beynim ve bedenim
Anca varsa yoksa kendim, kendime yazar söylerim
İşim gücüm yoktur benim
Varı yoğu kendime iş bellerim
Verimim ilerlemem vaki olmaz,
Her gün herkesten aynı sözü dinlerim.
Kendim dünyaya aynı şeyi söylerim
İfade edemem, budur kaderim,
Yoktur ala cihanda bir eşim,
Neylesin sözünü şu alem ben gibi keşin
Dünyada hırsı balon gibi patlatmışım
Gayrı hazları çoktan atlatmışım
Hevesi yarı yolda üstümden atmışım
Sıkıntıyı tütünden dal dal katlatmışım
Fışkırır hale geldi ruh-ı mücerred gibi yerden naaşım
Yine yükselmedi arşa bir türlü başım,
Gün ışığında hisse aradım,
Bedeli çok geldi alamadım.
Yüzyıllar biner üzerime,
Bindirir yükünü tinime,
Çağlar vurur zihnime,
Yansır kederleri inime.
Küspem çoktur yediğimden,
Aramam fazlasını verilenden,
Soldu güllerim yediverenden,
Başka ne diyeyim, zaar ecelden!
Sıkıntım gün be gün artar
Yenilik evrende ne arar
Elde yok kar zarar
Nöronlar her gün beni tartar
"Birşey" olmamaktır çabam,
Sınırlıdır hep olan biten,
Ne yaparsam yapam,
Gitmez öteye klişeden
Şu kilidim çözümsüzdür,
Bitap bünyem yükümsüzdür
Beyhude varlığım yönsüzdür
Her eylediğim hükümsüzdür
İçemedim pınarlardan kana kana
Dönemedim tozlu yollardan yaya
Sürülmez oldu topraklarım yana yana
Düştüm sarp dağlar arası bir faya
Arayan var zaman zaman
Gelen var kapımdan
Soran var halımdan
Zayi hepsi şu çürümüş dimağdan...
Takılmışım bir anda
Sarar geri arada
İleri gitmez hiçbir eda
Sonraya umuttur beslediğim..
Potbori - Strazburg Güzellemesi
Alsas'ın bağrından kopup gelmişem,
Lorraine'in bağlarını versen nidem,
Bourgogne'da büyük dara düşmüşem,
Kurtar beni zalımdan Jean d'Arc,
Kaderin gri ellerine düşmüşem.
(Şantör Aşık Fransuva'dan)
Etiketler:
Şiir,
Tribal,
Yarı-Saçmalık
7 Eylül 2010 Salı
5 Eylül 2010 Pazar
İdrak ve Kırıklık Devri?
O yazıya "Outlaw" şöyle bir yorum yapmıştı önceki gün:
"alinti nereden bilemiyorum, ama hobsbawm'in son dönemlerde verdigi ropörtajlarda "hala umut var" tarzi bir söylemi var bildigim kadariyla. ancak kendi mensubu oldugu kesimin, kp'lerin devrinin kapandigini savunuyordu. sanirim bu sözlerle kastettigi daha cok böyle bir sey..."
Benim cevaplarım da şu şekilde olmuştu.
Alıntı "Yeni Yüzyılın Eşiğinde"'den.
Her insan için elbet umut vardır, ve beraberinde umudun "bir gün" muhakkak gerçekleşeceği sanrısı da gelir;zira umut olmaksızın anlam yitecektir.
Hobsbawm'ın sözünde de umut farkedilebiliniyor, belki de o şekilde olmadıysa da beriki bir şekilde umduklarının gerçekleşebileceği inancındadır..
Bunun yanısıra çeşit olması açısından şu alıntıyı da vereyim; Kısa 20. yüzyıl-Aşırılıklar Çağı kitabında Britanyalı müzisyen Yehudi Menuhin'den bir alıntı vermiş Hobsbawm kitabın girişinde, muhtemelen kendisi de bu alıntıya sempati duyduğundan:
"20. yüzyılı özetlemek gerekirse, insanlığın o zamana kadar idrak ettiği en büyük umutları canlandırdığını ve bütün hayalleri ve idealleri yıktığını söyleyebiliriz."
"20. yüzyılı özetlemek gerekirse, insanlığın o zamana kadar idrak ettiği en büyük umutları canlandırdığını ve bütün hayalleri ve idealleri yıktığını söyleyebiliriz."
Bütün bunların üzerine kafa yorarken, bu soru-cevap seansının aklımdaki bir takım şeylerle birleşmesiyle nöronlarıma saplanan birtakım noktalar oldu.
Aslında bu yüzyılın insanlık tarihi açısından da sahip olduğu yahut olacağı önemi saptamaya çalışıyorum.(Evet, biraz iddialı, farkındayım)
İnsan türü çok önemli bir evreden geçiyor..Bu belki de bir öze dönüş yolculuğunun başlangıcı mı?
Yukarıdaki cevapta vermiş olduğum, 20. yüzyılın en büyük keman sanatçılarından biri(kimince en büyüğü) olarak kabul edilen, 20. yüzyılın büyük bir kısmını görmüş ve yaşamış müteveffa zat Yehudi Menuhin'in yapmış olduğu tespit çok önemli.
"20. yüzyılı özetlemek gerekirse, insanlığın o zamana kadar idrak ettiği en büyük umutları canlandırdığını ve bütün hayalleri ve idealleri yıktığını söyleyebiliriz"...
20. yüzyıl aslında olan biten açısından çok hararetli bir yüzyıl olmakla beraber, tarihsel ölçekte mevcut olan hal ve gidişattan, yani statükodan yana bir kırılma değil, statükonun doğrudan tezahürüdür. Bireysel ve toplumsal tecrübenin yoğunluğu dönemidir. Dinamik, hızlı bir akış dönemidir.
20. yüzyıl esasında bir bilinç çağıdır da. İnsanlığın bir şeyleri anlayabilmesi ve değiştirebilmesi için büyük acılar çekmesi gerektiğini, bütün bunları yaşamadan hiç bir değişimin mümkün olamayacağını bilmek için müneccim olmaya gerek yok. Değişim bir süreç halinde gelse ve sancılı da olsa, "Acı yok Rocky!" diye yola devam edebilmektir mühim olan.Fakat insanoğlu herhangi bir değişimin değişme isteğini ve dolayısıyla talebini ortadan kaldırabilecek potansiyelde korkunç sonuçlara neden olduğunu görmüştür. Çok kısa bir kuşak devresi içinde tecrübe ederek öğrenmiştir. Her kalıntının temizlenmesi, oluştuğu ve yaşadığı zamanın birkaç katı kadar zaman alır. Öyleyse "Adem"'in hayatının kalıntılarını dahi yaşamaktayız biz burada, ve çok eskilerden, yıllardan asırlardan çağlardan devirlerden beri oluşagelmiş kollektif bilinç, kültür ve mentaliteleri, "insan doğası" olarak adlandırdığımız tabiat halet-i ruhiyesini bir yaşamlık sürelerde ortadan kaldırmak mümkün değil. Uzun sürede "ortak iyi" adına müspet addettiğimiz bir "değişim"in gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise tamamen amaçlanan şeye göre doğru sayısını ölçmek mümkün olmayan tesadüflerin doğru sıra, zaman ve şekillerde meydana gelmesiyle mümkün olacaktır; tıpkı da bugün içinde yaşadığımız ortam, bulunduğumuz durum gibi aslında..
İnsan, umutların yeşermesi için uygun olduğunu düşündüğü bir atmosferde, umudu ekmek olarak ele aldığı geçtiğimiz yüzyılda imkansızlığı ve kırıklığını bütün ağırlığıyla her alanda yaşamıştır. Yanlış anlaşılmasın; ben olayı sadece savaşlarla falan sınırlamıyorum, bu çok fazlasıyla eksik ve mantıksız olur. Benim kapsamım sonsuzluğa uzanan bir düzlemde tüm her şey..
Bu yüzyıl ise bence bütün olguların idrakı ve kırıklığın içselleştirilmesi devridir..Halihazırda dünyayı çok büyük ölçüde çoktan değiştiren, daha da değiştirmeye aday,dünyaya aslında çok büyük ölçüde katmış ve katacak iki unsur var.. Paylaşım ve Hareketlilik. Internet ve de yaygın+hızlı fiziksel insan mobilitesi çıktı çıkalı ve kullanımı gitgide milyarlara yansıdıkça, ve bütün bunların yansıma etkileri(yani 3. kişilere tezahürü) katlandıkça her bir bireyde ve toplumda fikirlerin, bilgilerin, düşüncelerin, kültürlerin, bakış açılarının, teknolojinin, üretilen her türlü maddi ve manevi varlığın(fikri/sınai metalar, eşya vs.) ve esasen insan tavrının,düşünüşünün ve mentalitesinin tüm yönleri, ve hatta bunun yanısıra tabiatın sahip olduğu bütün materyaller, özellikler, mekanlar ve sırlar, halen yolun başında olunmakla birlikte, tüm insanlar nezdinde ortaya dökülüyor. İnsan Aslında çok farklı olduğu sanılan noktalarda sonsuz sayıda ortak nokta bulunuyor. Ve her şey aynı kapılara çıkıyor. İnsanlar geniş skalada kendi acziyetinin, zayıflığının farkına varıyor. Aslında daha en antik olduğunu düşündüğümüz çağlarda bile, insan üzerine söylenebilecek her şey zaten çoktan söylenmiş durumdadır. Bunları ilk söyleyenlerin üzerine, yahut onlardan sonra yazılanlar, malumu farklı farklı üslup ve biçimlerde ilamdan, mufassal(ayrıntılı) kıssayı efsaneleştirmekten öte çabalar değildir. Ancak insan türü, bu çağda tutulan aynayla bunu geniş ölçekte,doğrudan görüyor, tecrübe ediyor, yaşıyor..
Bu çağ, gerçekliğin, yıkımın ve ziyanın idrakı ve bunun yarattığı kırıklığın devridir...
Gelecek çağlar insan türünün bu idrak eşliğinde kırıklıktan kurtulmaya, çaresiz duruşunu ve görünümünü aşmaya çabalayacağı devirler olacaktır, ve bu da kendi gerçekliklerini her daim reddeden insan türü için, eski çağlar gibi, ve onlar kadar, sıkıntılı olacaktır. İnsan öz arayışı içine girecek ve ona dönmeye çalışacak, doğasına ve kimyasına uygun hale dönüş istemi ve arayışı, halihazırda mevcut ve baskın olan olgu ve unsurların yerlerini uzun vadede baskın çıkacak yenileri alana kadar gelecek çağların belirleyicisi olmaya devam edecektir...
Post Scriptum: Resim Stuff No One Told Me- stuffnoonetoldme.blogspot.com adresindendir.
Post Scriptum: Resim Stuff No One Told Me- stuffnoonetoldme.blogspot.com adresindendir.
Otis Baba
Otis Baba...Otis Redding
Otururuz biz onunla, arkadaşlar da katılır bazen, ben kah kahvemi kah rakımı koyarım, o da viskisini koyar, denizlere bakar gündüzleri ve geceleri, "Sittin' on the Dock of the Bay"'i söyleriz. Ne yaptıysak bir sikim değişmedi diye küfrederiz dünyaya biz, akan zamana, uğraşlara, değişen kişi ve mekanlara bakarız..Kalabalıklar içinde de, karanlık odalarda da yalnızlıkla cebelleşiriz. Herşeyin boşluğu ve beyhudeliğini, ve bu fikirde herhangi bir ilerleme olmadığını da biliriz. O hepsini daha kabullenmiş gibidir ama...Herşey aynı kalır gene, söylenenleri dinlemeksizin ıslığımızı üfürür, yolumuza devam ederiz.
Kah yürürüz bazı bazı, şefkat telkin eder bana "Try a Little Tenderness"'taki gibi..Geçmiş güzellikleri anarız, çocukluğun beyaz bayramlarını anarım ben, o ise Noel'de ısrar eder tıpkı "White Christmas"'taki gibi. Yalnızlık falan demişken söz bir anda kadınlara gelir...Düşünürüz önce "I've Been Loving You Too Long" derken. tespitlerimizi yansıtırız sonra;artık bilinmeyene dönüşene karşı hasretle boştur kollarımız "These Arms of Mine"'daki gibi.
Ancak madem varız; olanı biteni, vazgeçilmez soul tınılarının eşliğinde bütün bu basitliği ve tüm bu karmaşayı kabul eder, yerince "Respect" eşliğinde saygımızı eksik etmez, söyler de söyleriz
26 yaşında yitip gitmiştir -bir uçak kazası sonucu- adeta her iyi niyetli çaresizlerdenmişçesine erkenden varlığı son bulmuş gibidir.
Soul'un kralına ve anısına saygıyla...
3 Eylül 2010 Cuma
Ne Yapmalı?
"Ne yapmalı? Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi, çevremdeki kişilerin davranış ve tutumlarını bilinçsiz bir aldırmazlıkla benimseyerek bu renksiz, kokusuz varlıkla yetinmeli mi; yoksa başkalarından farklı olan, başkalarının istediğinden çok farklı, köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi? En basit sorunların çözümünde bile bocalayan bu sözde devrimci gölgeyi, hiç düzeltmeden, biraz olsun çekidüzen vermeden, amaç edindiğimiz ülküleri gerçekleştirmek için hemen kavganın ortasına atıverelim mi? Kendini yönetmeyi beceremeyen kişileri, toplumları yönetmek, onlara yeni yollar göstermek için hemen başa geçirelim mi? Yoksa toplu eylemlerde kütlelerin başına bela olan zayıf kişilikleri önce sert ve sıkı bir sınavdan mı geçirmeli?
Ben kendimi yeterli görmüyorum. Ne için yeterli? Her şey için.Topluluğun eylemine engel olan sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek güçte olmadığımı seziyorum. Başkalarına söyleyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum. Bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak önce kendini düzeltmelisi, diyebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir:kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.
Ne yapmalı? Bu soruya hemen bir karşılık bulmak istenirse, elbette salt aklın verisiyle, ya da oradan buradan derlenmiş bir iki düşüncenin bileşimiyle bazı geçici çareler ortaya atılabilir. İnsan, ilk bakışta bu geçici çarelerin kendi buluşu olduğunu sanabilir. Oysa, örneğin, salt aklın verisi diye nitelendirilen kavramın biraz incelenmesi,bunun çoğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu gösterecektir.Salt aklın verileri, insanı, gevşetmeye fırsat vermeyen amansız bir çalışmanın zorunluluğuna itebilir. Oblomovluk ve eğlence düşkünlüğü, dünyada eşi görülmemiş bir baskıyla yok edilmek istenebilir. Bütün kişisel bunalımlar, ucuz yaşantılara dönüşle ilgili bütün buhranlar, birer birer sindirilmek istenebilir. Herkes zaaflarını gizleyerek yalnız güçlerini ortaya koyar. İşte, görünüşte toplumsal eylemi geliştirmek, ileriye götürmek için salt akılla bulunduğu sanılan ve her çeşit eylem için kaçınılmaz ilkeler olarak ortaya atılan bu temel davranışlarda bile, kişinin ve çürümüş toplumun değiştirmek istemedikleri öz varlıklarını bilinçsizce koruma isteminin gizli baskılarını arayacaksın! Bilimsel bir kuşkuyla önce bütün zaaflarını çekinmeden ortaya atacaksın! Olmadık bir yerde ortaya çıkmalarını önleyecek ve toplumsal eylemdeki ortaklarını umutsuzluğa düşürmekten böylece kurtulacaksın.
Karşılıklı güven ve dayanışma ancak böyle bir sorunun varlığını duyduktan sonra sözkonusu olabilir. Fakat, bütün bu sorunlarını yalnız başına çözeceksin.Bunalımlarını, komplekslerini ve buhranlarını birlikte çalışacağın insanlara iletmeyeceksin. Kurulacak örgütü bir düşkünlerevine çevirmeye kimsenin hakkı yoktur. Birleşecek kişiler önce birleşecek güçte olmalıdırlar;önce bu duruma gelmelidirler. Onlar, yeni düzenler kurmak ve ilerlemek için birleşeceklerdir;körle kötürümün yoldaşlığı gibi bir iş için değil! Kendi sorunlarını çözemeyen bir kişinin, kusurlarının acısını başkalarına çektirmeye hakkı yoktur.
Yalnız, kişisel sorunları tek başına çözme eylemini de gereksiz bir aşırılığa götürmemelidir insan. Büyük örgütlerin kurulmasından önce, küçük örgütler oluşurken kişi, çevresinden kendini bütünüyle soyutlamayacaktır;kişisel sorunlarını çözerken başkalarından da bir bakıma yararlanacaktır."
Tutunamayanlar'dan
2 Eylül 2010 Perşembe
Megiddo Taarruzu
Britanya İmparatorluğu'nun filistin cephesi'ndeki son taarruzudur. Bölgedeki düzlüğün adı nedeniyle Armageddon Savaşı adıyla da bilinir. belirtilmelidir ki, Megiddo Savaşı bir meydan savaşı falan değildir yahut sadece "Megiddo" adı verilen bölgede gerçekleşmemiştir. tüm Filistin Cephesi boyunca yapılmış olan genel bir taarruzdur.
Her bakımdan kaynakları tükenmiş ittifak devletleri'ne birer birer son darbelerin vurulduğu günlerde(Batı Cephesi - Meuse Argonne taarruzu, Italya cephesi'nde Vittorio Veneto taarruzu, Balkan cephesi'nde de Vardar Taarruzu vukuu bulmaktayken) Osmanlı İmparatorluğu'na karşı da Megiddo taarruzu tertib edilmiştir.
Büyük harbin en başarılı komutanlarından ve harp tarihinin süvari taktikleri konusundaki gelmiş geçmiş en yetkin isimlerinden Edmund Allenby komutasında Hint, ANZAC ve bilimum sömürge askeriyle desteklenmiş İngilizler, bir Fransız Lejyoner bölüğü ve bilhassa hattın doğusunda müttefik destekçileri isyankar Araplar'ın saf tuttuğu bir Müttefik kuvvetler grubu sözkonusudur. taarruz evvela ilkbaharda yapılacakken Alman Bahar Taarruzları nedeniyle ertelenmiştir. En nihayetinde Batı Cephesi'ne taze amerikan kuvvetlerinin gelmiş olması, Britanya'nın bölgeye rezerv/yedek kuvveti yığabilmesini sağlamıştır.
Osmanlı'nın çoktan düşmüş olan Kudüs 'ün kuzeyinde 100 kilometreyi aşan bir savunma hattı bulunmaktaydı. bu hat kıyıdan Eriha(Jericho)'nın az doğusunda kıvrılarak Lut Gölü (Dead Ssea)'ne kadar uzanmaktaydı. Liman von Sanders'in kumandanlığını yaptığı ordular grubunda, hattın batısında 8.ordu, merkezinde Mustafa Kemal Paşa kumandasında 7.ordu, doğusunda ise 4.ordu bulunmaktaydı. Ufak bir alman Asiakorps birliği de cephede hazırdı.
Totalde cephede Müttefiklerin(Düzenli olarak 5.000 kadar olan, düzensiz olarak daha çok mevcutlu Araplar hariç) 57.000 piyade, 12.000 süvari, 540 topu bulunmakta, bunun yanısıra da 30.000 kişilik yedek kuvveti bulunmaktaydı. Buna mukabil, Suriye ve Filistin bölgesinde garnizon, ihtiyat, levazım, istihkam vb. görevlerde bulunan toplam İttifak devleti askeri sayısı 100.000'e yaklaşsa da, doğrudan cephede bulunan Osmanlı-Alman yıldırım orduları grubunun cephedeki total mevcudu 29.000 piyade,3.000 süvari ve 400 toptan ibarettir. Ve İttihat ve Terakki'nin, belki daha doğru tabirle Enver Paşa'nın tipik hayalperestliğiyle eldeki mevcut orduları(bilhassa Kafkas cephesi'nin Rusya'nın savaştan çıkması sonucu kapanmasıyla bu cepheden artakalanları) güneye yollamak yerine Azerbaycan ve günümüzün Kuzey Iran'ında kullanması, (zira Osmanlı orduları Bakü'ye, Hemedan'a kadar ilerlemiştir o tarihte), hatta Bulgaristan'a yardıma dahi göndermesi nedeniyle bütün taleplere rağmen herhangi bir durumda öne sürebileceği en ufak yedek kuvveti de bulunmamaktaydı(cephenin bu kadar çabuk dağılması ve dağıldığında bir daha toparlanamaması bu yüzden olacaktır). bunun yanısıra zaten kötü teçhiz edilmekte olan, gerekli kaynaklardan yoksun Osmanlı ordusundaki son derece düşük morali ve maneviyatı ve savaştan hemen önce askerden kaçan 1100 kadar kişiyi belirtmekte de yarar vardır.
Evvelden, bir süre önce Amman'a doğru bir yanıltmaca saldırısı yapmış olan allenby ve orduları, von Sanders'in ordularının total kuvvetinin üçte birini hattın doğusuna sevketmesine neden oldu. oysa ki 19 Eylül sabaha karşı 4.30'da Allenby esas taarruzunu başlattı. 5 tümenlik bir ordu grubu(11. corps) yoğun bir taarruzu hattın bilhassa süvari ordularının rahat hareket edebileceği düzlük batı tarafından başlatırken, birkaç saat içinde hattın doğusu da takriben 5 tümenlik bölünmüş(10.corps) tarafından taarruza uğradı. Hattın batısına yapılan saldırıda britanya donanması destroyerleri de kıyıdan destek sağlayarak, ordularının siperleri aşmasına yardımcı olmuştur. doğuda yoğunlaştırılan birliklerle daha da zayıflamış olan batı hattı desteksiz, hava ve denizden de destekli 5 tümene karşı 3 tümen şeklinde kalınca(belirtilmelidir ki 1 osmanlı tümeni, 1 britanya tümenine göre mevcut olarak çok daha düşüktür) hattın batı ucu kısa sürede çökmüş, bundan iyi faydalanan Britanya süvari birlikleri hattı boşluklara dalmış, kısa süre sonra hattın 25 km gerisinde Tülkarim'de mukim 8. ordu karargahına kadar gelmiştir britanyalılar. bu noktada öğle vakti, batı hattı çöktükten sonra merkez hatta da saldırı başlamış, tutunamayan ve ağır kayıplar veren 7.ordu birlikleri de Nablus'a kadar geri çekilmiş, ertesi gün 8. ordu ile 7. ordu birlikleri yanyana gelmiş ve beraberce geri çekilmeyi sürdürmüşlerdir. Bölünmüş olan 7.ordunun Asiakorps'un da içinde bulunduğu bir kısmı ise Ürdün yönüne doğru geri çekilmiş, yine hava desteği ve Araplar'ın arkadan sarması, ve de britanya süvarisinin sızması gibi nedenlerle sıkışmışlar, Asiakorps bir gün kadar savaştıktan sonra tükenmiş, 7.ordunun diğer kısmı ise Dera'a'ya kadar çekildikten sonra teslim olmak durumunda kalmıştır.
Hattın doğusundaki,henüz aralık 1917'de yeniden kurulmuş olan dördüncü ordu ise(bileşik yaylı askerler de bu ordunun içindeydi) ise "Chaytor Force" olarak adlandırılan takriben iki tümenlik 10.corps'un doğu ucundaki kuvvetin saldırısı karşısında kırılarak amman'a dek geri çekilmiş, akabinde, süvari hücumları, hava desteği ve en nihayetinde kuzeyden bu ordunun da merkezi dera'a yönünden etrafını saran Arabistanlı Lawrence'ın başında bulunduğu arap kuvvetleri tarafından çevrilmiş ve en nihayetinde tüm organizasyonunu kaybederek kalan ögeleriyle birlikte eylül sonunda Şam yolunda teslim olmak durumunda kalmış, yani bir savaş kuvveti olarak yok edilmiştir.
20 eylül itibariyle, 1.5 günde, cephe 70 ile 100 kilometre arası geriye atılmış,cephe gerisindeki tüm kritik tren yolu istasyonları ele geçirilmiş, hatta arapların sarmal hücumuyla ürdün'deki tren yolları da sabotaja uğramıştır. İngiliz taarruzu öyle bir başarıya ulaşmıştır ki, hattın batısından saldırıya geçen 11.corps'un, 8. ordunun tam yol geri çekilmesinin de etkisiyle hızlı ilerlemesi sonucu 21 Eylül öğleden sonrası Nasıra ve oradaki Filistin Cephesi genel karargahı dahi düşmüştür. ingiliz konsantrasyonunun daha ziyade cephenin batı hattında olması nedeniyle, 7. ordu nisbi olarak merkezde biraz daha direnme şansı bulmuş ve Nablus 21 Eylül öğlenine kadar dayanmıştır. en son meydana gelen durum ise kıyı-Megiddo-Nasıra hattını tamamen kontrol eden britanya ordularının ve doğudan gelen arap ve ingiliz süvari/uçak kıskacının nihayetinde 7.ordunun sağ cenahının da kıskaca alınmış olmasıdır(akabinde 7.ordunun bu cenahının başına yukarıda bahsetmiş olduğumuz olaylar gelmiştir).
7. ve 8. ordunun kalan unsurları Galilee Gölü'nden kıyıya kadar yeni bir hat kurmaya çabaladıysa da Şam'dan istenen yedek kuvvetler yine reddedilmiş(Şam askeri kumandanının bir Arap ajanı olduğu da sonradan ortaya çıkacaktır), bu hat da henüz kuruluş aşamasında Avustralya süvarisi tarafından hücum edilerek tutunamamış, diğer yarı-mekanize süvari birlikleri acre ve hayfa limanlarını 22'sinde ele geçirmişler, kısa süre sonra piyadenin de yeni mevzilerine gelmesiyle taarruz nihayete erdirilmiştir. bu süre içinde Britanya orduları,zaten pek çoğu dağınık duruma gelmiş olan osmanlı kuvvetlerinin tüm kaçış yollarını tıkamış, ve çeşitli kaynaklara göre değişen rakamlar olmakla birlikte, 60.000-70.000 kadar Osmanlı/Alman askeri esir düşmüştür. buna mukabil Britanya ordularının kayıpları 6000 asker civarındadır. 7. ve 8. orduların kalan unsurları, ilk cephe noktası ve mevcut cephe noktası arasında kalan/kurtarılan tüm birlikleri toparlayarak Şam'a doğru genel bir geri çekilme başlatmışlardır. Megiddo taarruzu, Filistin cephesi'nin kesin çöküşünü ve Osmanlı için de artık savaşın kaybedilişini simgeler; Osmanlı ordularının tüm organizasyonu, cephe düzeni, morali ve maneviyatı yok olmuştur. zira Şam da yine İtilaf kuvvetleri ilerleyişi esnasında verilen ağır kayıpların ardından 1 ekim itibariyle düşecektir.
Bu hızlı ilerleme, dünya tarihindeki en başarılı ve artık yavaştan yerini tank ve tam mekanize zırhlı araçlara daha çok bırakacak olması nedeniyle en son süvari operasyonlarından birisi sayesinde olmuştur. Süvari dediysek de, tam olarak bir grup atlı olarak anlaşılmaması gerekir bunun, zira bu süvari tümenlerine, hafif zırhlı araçlar eşlik etmekteydi, yani burada süvari(cavalry) olarak bahsedilen birlikler bir bakıma yarı-mekanize birliklerdir.
Bahsedilmesi gereken bir önemli nokta da, Britanya Kraliyet Hava Kuvvetleri(RAF)'nin cephedeki 105 uçağının keşif ve taktik bombardıman bakımından sağladığı faydalardır. Hava kuvvetlerinin önemi ve başarısı bakımından bu savaş, Birinci Dünya Savaşı'ndaki en önemli ve nadir örneklerden biridir. öncelikle Osmanlı-Alman pozisyonlarının yerlerini saptamada, bölge arazisini tetkikte fayda sağlayan uçaklar, taarruz başlangıcında taktik bombardımanla ve ilerleyen günlerde geri çekilen osmanlı ordularına zayiat verdirmede son derece etkili olmuşlardır. britanya'nın 105 uçağına karşın ittifak kuvvetlerinin cephede 5 adet uçağının olması, havada kaybedilen savaşın açıklamasıdır.
Nihayetinde belirtmek gerekir ki; megiddo'daki osmanlı yenilgisinin temel sebepleri çok açık ve nettir. karşı tarafın havada, denizde ve karada, gerek süvari, gerek top, uçak, gemiler ve makinalı tüfek, gerekse piyade bakımından her alanda kat be kat sağladığı sayısal ve donanımsal üstünlük bunların en temeli ve önemlisidir. Osmanlı komuta kademesindeki iletişim bozuklukları ve karışıklıklar, zaten var olan düşük moral/maneviyat ve kötü teçhiz edilen bir ordu, arap isyanı, iyi kumanda edilen bir düşman ordusu ve taarruz sonrası meydana gelen panik ve hezeyan hali, yenilgiyi ağırlaştıran faktörler olmuştur. Bu savaş da diğer pek çok savaş gibi savaş başarılarının herşeyden önce bir iktisadi temeli olduğunu gözler önüne serer. Ve sonuç olarak Megiddo Savaşı, 1918 Osmanlı'sı için malumun ilanı niteliği taşımaktadır. Osmanlı için savaşın bir bozgunla sonlanacağı çok açık ve nettir, ve bu bozgunun adı da Megiddo savaşı olmuştur.
Her bakımdan kaynakları tükenmiş ittifak devletleri'ne birer birer son darbelerin vurulduğu günlerde(Batı Cephesi - Meuse Argonne taarruzu, Italya cephesi'nde Vittorio Veneto taarruzu, Balkan cephesi'nde de Vardar Taarruzu vukuu bulmaktayken) Osmanlı İmparatorluğu'na karşı da Megiddo taarruzu tertib edilmiştir.
Büyük harbin en başarılı komutanlarından ve harp tarihinin süvari taktikleri konusundaki gelmiş geçmiş en yetkin isimlerinden Edmund Allenby komutasında Hint, ANZAC ve bilimum sömürge askeriyle desteklenmiş İngilizler, bir Fransız Lejyoner bölüğü ve bilhassa hattın doğusunda müttefik destekçileri isyankar Araplar'ın saf tuttuğu bir Müttefik kuvvetler grubu sözkonusudur. taarruz evvela ilkbaharda yapılacakken Alman Bahar Taarruzları nedeniyle ertelenmiştir. En nihayetinde Batı Cephesi'ne taze amerikan kuvvetlerinin gelmiş olması, Britanya'nın bölgeye rezerv/yedek kuvveti yığabilmesini sağlamıştır.
Osmanlı'nın çoktan düşmüş olan Kudüs 'ün kuzeyinde 100 kilometreyi aşan bir savunma hattı bulunmaktaydı. bu hat kıyıdan Eriha(Jericho)'nın az doğusunda kıvrılarak Lut Gölü (Dead Ssea)'ne kadar uzanmaktaydı. Liman von Sanders'in kumandanlığını yaptığı ordular grubunda, hattın batısında 8.ordu, merkezinde Mustafa Kemal Paşa kumandasında 7.ordu, doğusunda ise 4.ordu bulunmaktaydı. Ufak bir alman Asiakorps birliği de cephede hazırdı.
Totalde cephede Müttefiklerin(Düzenli olarak 5.000 kadar olan, düzensiz olarak daha çok mevcutlu Araplar hariç) 57.000 piyade, 12.000 süvari, 540 topu bulunmakta, bunun yanısıra da 30.000 kişilik yedek kuvveti bulunmaktaydı. Buna mukabil, Suriye ve Filistin bölgesinde garnizon, ihtiyat, levazım, istihkam vb. görevlerde bulunan toplam İttifak devleti askeri sayısı 100.000'e yaklaşsa da, doğrudan cephede bulunan Osmanlı-Alman yıldırım orduları grubunun cephedeki total mevcudu 29.000 piyade,3.000 süvari ve 400 toptan ibarettir. Ve İttihat ve Terakki'nin, belki daha doğru tabirle Enver Paşa'nın tipik hayalperestliğiyle eldeki mevcut orduları(bilhassa Kafkas cephesi'nin Rusya'nın savaştan çıkması sonucu kapanmasıyla bu cepheden artakalanları) güneye yollamak yerine Azerbaycan ve günümüzün Kuzey Iran'ında kullanması, (zira Osmanlı orduları Bakü'ye, Hemedan'a kadar ilerlemiştir o tarihte), hatta Bulgaristan'a yardıma dahi göndermesi nedeniyle bütün taleplere rağmen herhangi bir durumda öne sürebileceği en ufak yedek kuvveti de bulunmamaktaydı(cephenin bu kadar çabuk dağılması ve dağıldığında bir daha toparlanamaması bu yüzden olacaktır). bunun yanısıra zaten kötü teçhiz edilmekte olan, gerekli kaynaklardan yoksun Osmanlı ordusundaki son derece düşük morali ve maneviyatı ve savaştan hemen önce askerden kaçan 1100 kadar kişiyi belirtmekte de yarar vardır.
Evvelden, bir süre önce Amman'a doğru bir yanıltmaca saldırısı yapmış olan allenby ve orduları, von Sanders'in ordularının total kuvvetinin üçte birini hattın doğusuna sevketmesine neden oldu. oysa ki 19 Eylül sabaha karşı 4.30'da Allenby esas taarruzunu başlattı. 5 tümenlik bir ordu grubu(11. corps) yoğun bir taarruzu hattın bilhassa süvari ordularının rahat hareket edebileceği düzlük batı tarafından başlatırken, birkaç saat içinde hattın doğusu da takriben 5 tümenlik bölünmüş(10.corps) tarafından taarruza uğradı. Hattın batısına yapılan saldırıda britanya donanması destroyerleri de kıyıdan destek sağlayarak, ordularının siperleri aşmasına yardımcı olmuştur. doğuda yoğunlaştırılan birliklerle daha da zayıflamış olan batı hattı desteksiz, hava ve denizden de destekli 5 tümene karşı 3 tümen şeklinde kalınca(belirtilmelidir ki 1 osmanlı tümeni, 1 britanya tümenine göre mevcut olarak çok daha düşüktür) hattın batı ucu kısa sürede çökmüş, bundan iyi faydalanan Britanya süvari birlikleri hattı boşluklara dalmış, kısa süre sonra hattın 25 km gerisinde Tülkarim'de mukim 8. ordu karargahına kadar gelmiştir britanyalılar. bu noktada öğle vakti, batı hattı çöktükten sonra merkez hatta da saldırı başlamış, tutunamayan ve ağır kayıplar veren 7.ordu birlikleri de Nablus'a kadar geri çekilmiş, ertesi gün 8. ordu ile 7. ordu birlikleri yanyana gelmiş ve beraberce geri çekilmeyi sürdürmüşlerdir. Bölünmüş olan 7.ordunun Asiakorps'un da içinde bulunduğu bir kısmı ise Ürdün yönüne doğru geri çekilmiş, yine hava desteği ve Araplar'ın arkadan sarması, ve de britanya süvarisinin sızması gibi nedenlerle sıkışmışlar, Asiakorps bir gün kadar savaştıktan sonra tükenmiş, 7.ordunun diğer kısmı ise Dera'a'ya kadar çekildikten sonra teslim olmak durumunda kalmıştır.
Hattın doğusundaki,henüz aralık 1917'de yeniden kurulmuş olan dördüncü ordu ise(bileşik yaylı askerler de bu ordunun içindeydi) ise "Chaytor Force" olarak adlandırılan takriben iki tümenlik 10.corps'un doğu ucundaki kuvvetin saldırısı karşısında kırılarak amman'a dek geri çekilmiş, akabinde, süvari hücumları, hava desteği ve en nihayetinde kuzeyden bu ordunun da merkezi dera'a yönünden etrafını saran Arabistanlı Lawrence'ın başında bulunduğu arap kuvvetleri tarafından çevrilmiş ve en nihayetinde tüm organizasyonunu kaybederek kalan ögeleriyle birlikte eylül sonunda Şam yolunda teslim olmak durumunda kalmış, yani bir savaş kuvveti olarak yok edilmiştir.
20 eylül itibariyle, 1.5 günde, cephe 70 ile 100 kilometre arası geriye atılmış,cephe gerisindeki tüm kritik tren yolu istasyonları ele geçirilmiş, hatta arapların sarmal hücumuyla ürdün'deki tren yolları da sabotaja uğramıştır. İngiliz taarruzu öyle bir başarıya ulaşmıştır ki, hattın batısından saldırıya geçen 11.corps'un, 8. ordunun tam yol geri çekilmesinin de etkisiyle hızlı ilerlemesi sonucu 21 Eylül öğleden sonrası Nasıra ve oradaki Filistin Cephesi genel karargahı dahi düşmüştür. ingiliz konsantrasyonunun daha ziyade cephenin batı hattında olması nedeniyle, 7. ordu nisbi olarak merkezde biraz daha direnme şansı bulmuş ve Nablus 21 Eylül öğlenine kadar dayanmıştır. en son meydana gelen durum ise kıyı-Megiddo-Nasıra hattını tamamen kontrol eden britanya ordularının ve doğudan gelen arap ve ingiliz süvari/uçak kıskacının nihayetinde 7.ordunun sağ cenahının da kıskaca alınmış olmasıdır(akabinde 7.ordunun bu cenahının başına yukarıda bahsetmiş olduğumuz olaylar gelmiştir).
7. ve 8. ordunun kalan unsurları Galilee Gölü'nden kıyıya kadar yeni bir hat kurmaya çabaladıysa da Şam'dan istenen yedek kuvvetler yine reddedilmiş(Şam askeri kumandanının bir Arap ajanı olduğu da sonradan ortaya çıkacaktır), bu hat da henüz kuruluş aşamasında Avustralya süvarisi tarafından hücum edilerek tutunamamış, diğer yarı-mekanize süvari birlikleri acre ve hayfa limanlarını 22'sinde ele geçirmişler, kısa süre sonra piyadenin de yeni mevzilerine gelmesiyle taarruz nihayete erdirilmiştir. bu süre içinde Britanya orduları,zaten pek çoğu dağınık duruma gelmiş olan osmanlı kuvvetlerinin tüm kaçış yollarını tıkamış, ve çeşitli kaynaklara göre değişen rakamlar olmakla birlikte, 60.000-70.000 kadar Osmanlı/Alman askeri esir düşmüştür. buna mukabil Britanya ordularının kayıpları 6000 asker civarındadır. 7. ve 8. orduların kalan unsurları, ilk cephe noktası ve mevcut cephe noktası arasında kalan/kurtarılan tüm birlikleri toparlayarak Şam'a doğru genel bir geri çekilme başlatmışlardır. Megiddo taarruzu, Filistin cephesi'nin kesin çöküşünü ve Osmanlı için de artık savaşın kaybedilişini simgeler; Osmanlı ordularının tüm organizasyonu, cephe düzeni, morali ve maneviyatı yok olmuştur. zira Şam da yine İtilaf kuvvetleri ilerleyişi esnasında verilen ağır kayıpların ardından 1 ekim itibariyle düşecektir.
Bu hızlı ilerleme, dünya tarihindeki en başarılı ve artık yavaştan yerini tank ve tam mekanize zırhlı araçlara daha çok bırakacak olması nedeniyle en son süvari operasyonlarından birisi sayesinde olmuştur. Süvari dediysek de, tam olarak bir grup atlı olarak anlaşılmaması gerekir bunun, zira bu süvari tümenlerine, hafif zırhlı araçlar eşlik etmekteydi, yani burada süvari(cavalry) olarak bahsedilen birlikler bir bakıma yarı-mekanize birliklerdir.
Bahsedilmesi gereken bir önemli nokta da, Britanya Kraliyet Hava Kuvvetleri(RAF)'nin cephedeki 105 uçağının keşif ve taktik bombardıman bakımından sağladığı faydalardır. Hava kuvvetlerinin önemi ve başarısı bakımından bu savaş, Birinci Dünya Savaşı'ndaki en önemli ve nadir örneklerden biridir. öncelikle Osmanlı-Alman pozisyonlarının yerlerini saptamada, bölge arazisini tetkikte fayda sağlayan uçaklar, taarruz başlangıcında taktik bombardımanla ve ilerleyen günlerde geri çekilen osmanlı ordularına zayiat verdirmede son derece etkili olmuşlardır. britanya'nın 105 uçağına karşın ittifak kuvvetlerinin cephede 5 adet uçağının olması, havada kaybedilen savaşın açıklamasıdır.
Nihayetinde belirtmek gerekir ki; megiddo'daki osmanlı yenilgisinin temel sebepleri çok açık ve nettir. karşı tarafın havada, denizde ve karada, gerek süvari, gerek top, uçak, gemiler ve makinalı tüfek, gerekse piyade bakımından her alanda kat be kat sağladığı sayısal ve donanımsal üstünlük bunların en temeli ve önemlisidir. Osmanlı komuta kademesindeki iletişim bozuklukları ve karışıklıklar, zaten var olan düşük moral/maneviyat ve kötü teçhiz edilen bir ordu, arap isyanı, iyi kumanda edilen bir düşman ordusu ve taarruz sonrası meydana gelen panik ve hezeyan hali, yenilgiyi ağırlaştıran faktörler olmuştur. Bu savaş da diğer pek çok savaş gibi savaş başarılarının herşeyden önce bir iktisadi temeli olduğunu gözler önüne serer. Ve sonuç olarak Megiddo Savaşı, 1918 Osmanlı'sı için malumun ilanı niteliği taşımaktadır. Osmanlı için savaşın bir bozgunla sonlanacağı çok açık ve nettir, ve bu bozgunun adı da Megiddo savaşı olmuştur.
1 Eylül 2010 Çarşamba
Understanding & Struggle (Tupac)
Aslında bir Tupac hayranı olduğumu söyleyemeyeceğim. East Coast/West Coast olaylarını da çok sallamam..Az buçuk, ucundan kıyısından..
Ama bu adamın annesine yazdığı bir "Dear Mama" şarkısı var ki, bir insana böyle bir şarkı miras kalması gerçekten nadide bir durumdur..Tupac'i tüm diğer rapper ve türevlerinden ayırabilir..
Melodisi de sözlerle muntazam uygunluk gösteren bu şarkının iki bölümüne değinmeden geçemeyeceğim..
Birincisi minnete dair;
"There's no way i can pay you back
But the plan is to show you that I understand"
İkincisi ise varoluşa dair;
"I wish I can take the pain away
If you can make it through the night, there's a brighter day
Everything'll be alright if you hold on
It's a struggle everyday, gotta roll on"
30 Ağustos 2010 Pazartesi
Çeviri Roman Güldürüsü
"Lagranj, Lökok'a sert bir nazar atfetti. Aşağı Loretanya'nın bu iki muannit serserisi için mutavaat kabul etmez bir vaziyet hasıl olmuştu. Her ikisi de müthiş bir halet-i ruhiyenin esiri olmuşlardı.Lökok,nevmidane konuştu:" ..
Tutunamayanlar'dan...
17 Ağustos 2010 Salı
1935 Nüfus Sayımı
Toplam nüfus: 16.158.108
Kadın: 8.221.248
Erkek: 7.936.770
Okuryazarlık oranı: %19,2
Nüfus yoğunluğu: 21 kişi/km2
Kent Nüfusu: 3.802.642 (%23.53)
Köy Nüfusu: 12.355.376 (%76.47)
En büyük şehir nüfusu(İstanbul): 739.171(%4,6)
Evveliyatla 8 sene öncesine nüfusumuz takriben 2,5 milyon kişi artmıştır, bu da totalde %16 civarı bir artışa tekabül etmektedir. Oransala vurulduğunda %2,1'lik bir nüfus artış oranı sözkonusudur.
1935 Sayımı da tıpkı eskisi gibi halihazır nüfusu tespit etmiştir(yurt dışındakiler vs. dahil değildir yani). Kadınların sayısal üstünlüğü sürmektedir.
1935 sayımında doğum yeri gibi yeni ve önemli bir kriter sayıma eklenmiştir. Ayrıca iktisadi kllara göre nüfusun dağılımında %79'luk tarım, %7,8'lik sanayi, %12,3'lük hizmet sektörü parametreleri tarımsal toplumluğu net olarak ortaya koymuştur.
başkent Ankara'nın nüfusu 74.000'den 123.000'e, doğal olarak çıkmıştır ve bunun açık sebebi başkentte meydana gelmekte olan devlet teşkilatlanmasıdır. Ancak o dönem bile en büyük 3. şehir olan ankara'nın nüfusunun 123.000 olması, şehir nüfusunun düşüklüğü konusunda bize bir fikir verebilir. Geçen sayıma göre kent nüfusu artmakla birlikte, oransal olarak düşmüştür, bunu da köy nüfusunun doğurganlığına vermek mümkündür.
Doğum yeri kriteri, göç hareketliliğinin incelenmesine olanak vermiştir. Bunun yanısıra 207.000 kişinin geçen seçimden beri ülkeye göçtüğü anlaşılmıştır, ki bunların büyük kısmının `balkan göçmenleri`nin (önemli bir kısmı ihtiyari olarak) göçen son partisi ve osmanlı sınırlarının ardıl devletler arası bölünmesiyle ortaya çıkan durumdan dolayı göçenler olduğu söylenebilir(suriye-ırak-sscb sınırları, `Batum` vb. yerlerde kalan nüfus vs.)
Ve gelgelelim göç verilerine:
1935 Sayımında bu kriterin eklenmesiyle şehirde oturup da orada doğmayan nüfus, yani göç de saptanmıştır.
İç anadolu, Karadeniz,Akdeniz, İç ege, Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki illerde nüfusun büyük kısmı doğduğu yerde yaşamaktadır. Ancak batı ve doğu anadolu'nun sınır hizasındaki illeri çok önemli ölçüde göç almıştır.
Edirne'de nüfusun %40'ı, Kırklareli'de %48'i, tekirdağ'da %46'sı, İzmir'de %35'i, Bursa'da %26'sı o il sınırlarında doğmamıştır.Bunun sebepleri köyden kente göçün yavaştan başlaması ve tabi ki de türkiye sınırları dışından, on yıllar boyunca(1910'lar-20'ler) balkanlar'ın dört bir köşesinden gelmek zorunda bırakılmış olan balkan göçmenleridir. Istanbul'da da yüzde 40 küsür bir rakam sözkonusudur(Yani kaleiçi muhabbetinizi yemeyeceğiz, haberiniz olsun :)). Enteresan bir veri de ağrı ili bakımından geçerlidir. Ağrı'da da bu rakam %33'tür. Van ve Kars'ta da %20 civarıdır. Bütün bunlar, kanlı savaş döneminin büyük oranda hazırlamış olduğu acı ve zorlu değişikliklerdir..
Kadın: 8.221.248
Erkek: 7.936.770
Okuryazarlık oranı: %19,2
Nüfus yoğunluğu: 21 kişi/km2
Kent Nüfusu: 3.802.642 (%23.53)
Köy Nüfusu: 12.355.376 (%76.47)
En büyük şehir nüfusu(İstanbul): 739.171(%4,6)
Evveliyatla 8 sene öncesine nüfusumuz takriben 2,5 milyon kişi artmıştır, bu da totalde %16 civarı bir artışa tekabül etmektedir. Oransala vurulduğunda %2,1'lik bir nüfus artış oranı sözkonusudur.
1935 Sayımı da tıpkı eskisi gibi halihazır nüfusu tespit etmiştir(yurt dışındakiler vs. dahil değildir yani). Kadınların sayısal üstünlüğü sürmektedir.
1935 sayımında doğum yeri gibi yeni ve önemli bir kriter sayıma eklenmiştir. Ayrıca iktisadi kllara göre nüfusun dağılımında %79'luk tarım, %7,8'lik sanayi, %12,3'lük hizmet sektörü parametreleri tarımsal toplumluğu net olarak ortaya koymuştur.
başkent Ankara'nın nüfusu 74.000'den 123.000'e, doğal olarak çıkmıştır ve bunun açık sebebi başkentte meydana gelmekte olan devlet teşkilatlanmasıdır. Ancak o dönem bile en büyük 3. şehir olan ankara'nın nüfusunun 123.000 olması, şehir nüfusunun düşüklüğü konusunda bize bir fikir verebilir. Geçen sayıma göre kent nüfusu artmakla birlikte, oransal olarak düşmüştür, bunu da köy nüfusunun doğurganlığına vermek mümkündür.
Doğum yeri kriteri, göç hareketliliğinin incelenmesine olanak vermiştir. Bunun yanısıra 207.000 kişinin geçen seçimden beri ülkeye göçtüğü anlaşılmıştır, ki bunların büyük kısmının `balkan göçmenleri`nin (önemli bir kısmı ihtiyari olarak) göçen son partisi ve osmanlı sınırlarının ardıl devletler arası bölünmesiyle ortaya çıkan durumdan dolayı göçenler olduğu söylenebilir(suriye-ırak-sscb sınırları, `Batum` vb. yerlerde kalan nüfus vs.)
Ve gelgelelim göç verilerine:
1935 Sayımında bu kriterin eklenmesiyle şehirde oturup da orada doğmayan nüfus, yani göç de saptanmıştır.
İç anadolu, Karadeniz,Akdeniz, İç ege, Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki illerde nüfusun büyük kısmı doğduğu yerde yaşamaktadır. Ancak batı ve doğu anadolu'nun sınır hizasındaki illeri çok önemli ölçüde göç almıştır.
Edirne'de nüfusun %40'ı, Kırklareli'de %48'i, tekirdağ'da %46'sı, İzmir'de %35'i, Bursa'da %26'sı o il sınırlarında doğmamıştır.Bunun sebepleri köyden kente göçün yavaştan başlaması ve tabi ki de türkiye sınırları dışından, on yıllar boyunca(1910'lar-20'ler) balkanlar'ın dört bir köşesinden gelmek zorunda bırakılmış olan balkan göçmenleridir. Istanbul'da da yüzde 40 küsür bir rakam sözkonusudur(Yani kaleiçi muhabbetinizi yemeyeceğiz, haberiniz olsun :)). Enteresan bir veri de ağrı ili bakımından geçerlidir. Ağrı'da da bu rakam %33'tür. Van ve Kars'ta da %20 civarıdır. Bütün bunlar, kanlı savaş döneminin büyük oranda hazırlamış olduğu acı ve zorlu değişikliklerdir..
16 Ağustos 2010 Pazartesi
1927 Nüfus Sayımı
Özet sonuçlar:
Toplam nüfus: 13 milyon 648 bin 270
Kadın nüfus: 7 milyon 84 bin 391(%51,9)
Erkek nüfus: 6 milyon 564 bin 879(%48,1)
Köy nüfusu: 10 milyon 342 bin 391(%75,8)
İl ve ilçe belediye nüfusları: 3 milyon 305 bin 879 (%24,2)
En büyük kent istanbul'un nüfusu: 691 bin(%5,1)
Demografik göstergeler:
Kaba doğum: binde 53
Kaba ölüm: binde 36
Yıllık doğal artış oranı: %1,7
Toplam doğurganlık oranı: 6,6 çocuk
Doğuşta yaşam umudu: 32 yıl(tahmini)
Öncelikle belirtelim, Osmanlı Devleti'nde 14. yüzyıldan beri nüfusa ve iskana ait kayıtlar tutulmakta idi ve 16. yüzyılda en parlak dönemini yaşamıştı(burasını cumhuriyet ansiklopedisi der). Çok geniş Osmanlı arşivlerinde bu belgeler hala durur. Yavaş yavaş günyüzüne çıkıyor.
19. yüzyıldan itibaren, 2. Mahmut dönemi devlette meydana getirilen teşkilatlanma ve merkezileşme amaçlı çabalardan itibaren nüfus meselesi kurumsal nitelik kazanmıştı çok çeşitli amaçlarla istatistiki ve demografik sayımlar yapılıyordu. 1926'da ise Türkiye Cumhuriyeti kapsamında devlet istatistik enstitüsü kuruldu.
1927'deki nüfus sayımı aslında toplumsal değişime yönelik, hem geçmiş için, hem de gelecek için büyük bir ayna. resmi nüfus kayıtlarına göre Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının 1914'teki nüfusuyla 1927'deki nüfusu arasında %20'lik eksi yönde bir fark sözkonusudur. Bu nüfus farkının teşhisini şu baplardan koyabiliriz.
1) Erkek nüfusun azlığı ile de bütünleştirilecek bir şekilde, malumunuz, 1. Dünya Savaşı ve kurtuluş savaşı'nda askerlik veya mücadele görevi esnasında savaş, hastalık, yaralanma, hava şartları, direniş, esaret vb. durumlar sonucu meydana gelen yüksek sayıda şehit miktarı. Bu durumdan en mağdur görüneni İç Anadolu gibi duruyor..
2) Savaş dönemindeki zorlu şartların, tarımsal üretim çöküşünün, nüfusun seferber olmasının getirdiği ekstradan kıtlık, hastalık, tıbbi vb. insani zorluklar..Bilhassa bu durum çocuk ölümlerinin sayısını katlamıştır.
3) Ermeni tehciri ve Doğu Anadolu'daki Müslüman nüfusun kıyımı sonucu bilhassa Doğu Anadolu'da düşen nüfus. konu hakkında en kapsamlı araştırmayı yapmış olan Justin McCarthy'nin araştırmalarına göre, Osmanlı vilayet teşkilatlanmasına göre ele alınaraktan, takribi olarak, gerek müslüman, gerekse gayrimüslim bazında Van vilayetinin nüfusu %80, Bitlis vilayetinin %70, diyarbakır vilayetinin %40, Erzurum vilayetinin ise %50 oranında düşmüştür(bunlarda göçlerin de etkisi olduğunu takdir etmek lazım).
4) Müttefik devletlerin ülkeyi işgali sonucu yol verilen ve bilhassa Yunan işgal bölgelerinde meydana gelmiş olan ölümler ve savaş esnasında cephe arkalarında yaşanan Türk-Yunan/Rum kapışmaları sonucu her iki taraftan da meydana gelen ölümler
5) Yunan ordusuyla beraber göçen Rum nüfusun bir kısmının yanısıra Yunanistan ile yapılan nüfus mübadelesi; 900.000 kadar Rum giderken, 400.000 kadar türk gelmiştir, ve haliyle bir nüfus azalışı sözkonusudur.
Bir önemli nokta da 1927 nüfus sayımında doğum yeri kriterinin ele alınmamış olmasıdır. Bu kriter ilk kez 1935 nüfus sayımında ele alınacak ve Anadolu'da o yıllardaki nüfus hareketliliği hakkında şaşırtıcı birtakım sonuçları ortaya koyacaktır.
Bunun yanısıra, bugünden bakarsak, 1927 sayımı, Türkiye'nin o dönemki tarım toplumu kimliğini, bugünlere kadar gelen nüfus patlamasının sebebi olan doğurganlık oranlarının yüksekliğini ve yaşam süresinin(life expectancy) düşüklüğü bakımından çarpıcı sonuçlar ortaya koymaktadır.
Ve son tahlilde, o dönemki Istanbul'un nüfus oranına bakacak olursak(yüzde 5), ve bugünkü en az yüzde 20'lik nüfus oranıyla karşılaştıracak olursak, Türkiye'nin ne kadar sağlıksız bir sanayileşme ve şehirleşme yaşadığını takdir ve tahmin edebiliriz.
Toplam nüfus: 13 milyon 648 bin 270
Kadın nüfus: 7 milyon 84 bin 391(%51,9)
Erkek nüfus: 6 milyon 564 bin 879(%48,1)
Köy nüfusu: 10 milyon 342 bin 391(%75,8)
İl ve ilçe belediye nüfusları: 3 milyon 305 bin 879 (%24,2)
En büyük kent istanbul'un nüfusu: 691 bin(%5,1)
Demografik göstergeler:
Kaba doğum: binde 53
Kaba ölüm: binde 36
Yıllık doğal artış oranı: %1,7
Toplam doğurganlık oranı: 6,6 çocuk
Doğuşta yaşam umudu: 32 yıl(tahmini)
Öncelikle belirtelim, Osmanlı Devleti'nde 14. yüzyıldan beri nüfusa ve iskana ait kayıtlar tutulmakta idi ve 16. yüzyılda en parlak dönemini yaşamıştı(burasını cumhuriyet ansiklopedisi der). Çok geniş Osmanlı arşivlerinde bu belgeler hala durur. Yavaş yavaş günyüzüne çıkıyor.
19. yüzyıldan itibaren, 2. Mahmut dönemi devlette meydana getirilen teşkilatlanma ve merkezileşme amaçlı çabalardan itibaren nüfus meselesi kurumsal nitelik kazanmıştı çok çeşitli amaçlarla istatistiki ve demografik sayımlar yapılıyordu. 1926'da ise Türkiye Cumhuriyeti kapsamında devlet istatistik enstitüsü kuruldu.
1927'deki nüfus sayımı aslında toplumsal değişime yönelik, hem geçmiş için, hem de gelecek için büyük bir ayna. resmi nüfus kayıtlarına göre Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının 1914'teki nüfusuyla 1927'deki nüfusu arasında %20'lik eksi yönde bir fark sözkonusudur. Bu nüfus farkının teşhisini şu baplardan koyabiliriz.
1) Erkek nüfusun azlığı ile de bütünleştirilecek bir şekilde, malumunuz, 1. Dünya Savaşı ve kurtuluş savaşı'nda askerlik veya mücadele görevi esnasında savaş, hastalık, yaralanma, hava şartları, direniş, esaret vb. durumlar sonucu meydana gelen yüksek sayıda şehit miktarı. Bu durumdan en mağdur görüneni İç Anadolu gibi duruyor..
2) Savaş dönemindeki zorlu şartların, tarımsal üretim çöküşünün, nüfusun seferber olmasının getirdiği ekstradan kıtlık, hastalık, tıbbi vb. insani zorluklar..Bilhassa bu durum çocuk ölümlerinin sayısını katlamıştır.
3) Ermeni tehciri ve Doğu Anadolu'daki Müslüman nüfusun kıyımı sonucu bilhassa Doğu Anadolu'da düşen nüfus. konu hakkında en kapsamlı araştırmayı yapmış olan Justin McCarthy'nin araştırmalarına göre, Osmanlı vilayet teşkilatlanmasına göre ele alınaraktan, takribi olarak, gerek müslüman, gerekse gayrimüslim bazında Van vilayetinin nüfusu %80, Bitlis vilayetinin %70, diyarbakır vilayetinin %40, Erzurum vilayetinin ise %50 oranında düşmüştür(bunlarda göçlerin de etkisi olduğunu takdir etmek lazım).
4) Müttefik devletlerin ülkeyi işgali sonucu yol verilen ve bilhassa Yunan işgal bölgelerinde meydana gelmiş olan ölümler ve savaş esnasında cephe arkalarında yaşanan Türk-Yunan/Rum kapışmaları sonucu her iki taraftan da meydana gelen ölümler
5) Yunan ordusuyla beraber göçen Rum nüfusun bir kısmının yanısıra Yunanistan ile yapılan nüfus mübadelesi; 900.000 kadar Rum giderken, 400.000 kadar türk gelmiştir, ve haliyle bir nüfus azalışı sözkonusudur.
Bir önemli nokta da 1927 nüfus sayımında doğum yeri kriterinin ele alınmamış olmasıdır. Bu kriter ilk kez 1935 nüfus sayımında ele alınacak ve Anadolu'da o yıllardaki nüfus hareketliliği hakkında şaşırtıcı birtakım sonuçları ortaya koyacaktır.
Bunun yanısıra, bugünden bakarsak, 1927 sayımı, Türkiye'nin o dönemki tarım toplumu kimliğini, bugünlere kadar gelen nüfus patlamasının sebebi olan doğurganlık oranlarının yüksekliğini ve yaşam süresinin(life expectancy) düşüklüğü bakımından çarpıcı sonuçlar ortaya koymaktadır.
Ve son tahlilde, o dönemki Istanbul'un nüfus oranına bakacak olursak(yüzde 5), ve bugünkü en az yüzde 20'lik nüfus oranıyla karşılaştıracak olursak, Türkiye'nin ne kadar sağlıksız bir sanayileşme ve şehirleşme yaşadığını takdir ve tahmin edebiliriz.
Louis Franchet d'Esperey
1.Dünya savaşı yıllarına tekabül eden zorlu zaman zarfında hizmet etmiş bir Fransız generalidir d'esperey..Esasına bakılırsa kabil bir general olduğu söylenebilecektir.
Zira Franchet d'esperey, evvela 5. ordunun 1. kolordusu komutanı olarak charleroi yöresinde sağ kanadı başarıyla korumuş, 5. ordu komutanı Charles Lanrezac'ın marne'a kadar geri çekilmesinden sonra fransız beşinci ordusunun başına getirilmiş ve akabinde birinci dünya savaşı'nın bir bakıma süresini ve kaderini de belirleyen Marne Muharebeleri'nde Marne Nehri'nin kolu olan Petit Morin Nehri bölgesinde Karl von Bülow komutasındaki alman 2.ordusunun sağ kanadına 8 eylül'de sürpriz bir gece saldırısıyla bu ordunun kolunu kanadını kıracak ve maneviyatını tüketecek saldırıyı icra etmiştir.
Bu taarruz Marne'ın kilit noktası olarak addedilir.
Akabinde bir süre görevine devam etmekle birlikte sonrasında terfiler alarak 1918'de Fransız Kuzey(Champagne) Orduları komutanlığına dek yükselmiştir. Bu durumda 4.-5.-6. fransız orduları onun kumandasında idi. Alman bahar hücumları akabininde Aisne taarruzu sonrası alman 1. ve 7. ordusunun kendi ordular grubunu geriye atması üzerine görevinden azledilmiştir. Zira ofansif doktrin yanlısı olan d'esperey, defansif önlemlere yeterince önem vermeyerek Alman kükremesinin aisne'de de başarılı olmasında pay sahibi olmuştur. Yunan, Fransız, İngiliz, Sırp birliklerinden oluşan karma Selanik merkezli Müttefik Balkan Orduları'nın başına getirilmiştir. Bu noktada tükenmekte olan Bulgar savaş eforuna, cephane ve iaşe üstünüğünün de payıyla Vardar Taarruzu ile son darbeyi vurmuştur. bulgaristan ateşkes talebinde bulunurken, akabinde bu ordu Makedonya içlerinden Sırbistan'a doğru yardırmıştır.
Balkan orduları kumandanı sıfatıdır onu Istanbul'a getiren. ve Fransız emperyal kibiriyle, bir kısım Osmanlı Levanten ve Rumlarının tahrikiyle Osmanlı/Türk bayrağını istanbul sokaklarında beyaz atıyla bir fatih edasıyla çiğneten..Bu kibirdir ki, infiale yol açmış, pragmatist İngilizler durumu anca toparlayabilmişlerdir. Neyse velhasıl gel zaman git zaman, tarih nankörlüğünü göstermiş, emperyal Fransa türkiye hakkındaki pozisyonunu değiştirmek durumunda kalmıştır.
Marshal of France, yani Fransa Mareşali unvanına sahiptir. 1856-1942 yılları arası yaşamıştır.
13 Ağustos 2010 Cuma
Afyon Mucizesi
Her hafta sosyal bilim, her hafta tribal tarz yazacak değiliz. Biraz boğaza bakmak lazım. Yemeden yaşayabilen organizma yok malum.
Haşhaş diyarı Afyon'da, yol üstü bir köşede Dinar kazasında tatmış olduğum bir lezzet var. Çok basit formül aslında, ama lezzet ve enerji muazzam.
Formül net, Maranki hocalara falan gerek yok: Yoğurt, bal ve haşhaş..Bol miktarda, malzemeden esirgemeden karıştırıyorsun. Keyfine varıyorsun...Zımba gibi yerinden kalkıyorsun, yorgunluk, kırıklıktan bir zerre kalmıyor..
Haşhaş diyarı Afyon'da, yol üstü bir köşede Dinar kazasında tatmış olduğum bir lezzet var. Çok basit formül aslında, ama lezzet ve enerji muazzam.
Formül net, Maranki hocalara falan gerek yok: Yoğurt, bal ve haşhaş..Bol miktarda, malzemeden esirgemeden karıştırıyorsun. Keyfine varıyorsun...Zımba gibi yerinden kalkıyorsun, yorgunluk, kırıklıktan bir zerre kalmıyor..
5 Ağustos 2010 Perşembe
Emperyalist İstisnai Muamele
"Emperyalizmin, sömürgeciliğin tarihinde ağır haksızlıklar, baskılar, sömürüler, hatta zulümler çok görülmüştür, kural budur. Ama emperyalistin, sömürgecinin yerli halka, "Buraları benimdir ve ben sizi burada istemiyorum. Çekin gidin" demesi hayli nadir bir olaydır. Bu istisnai muamele Anadolu Türkleri'ne, sonra da Filistin Arapları'na uygulanmak istenmiştir"
Prof. Cemil Koçak
Sırada, Türk Milliyetçiliği üzerine bir analiz olacak...Güzel olacak, yeterli zamanı ve enerjiyi ayırabilirsem..
Prof. Cemil Koçak
Sırada, Türk Milliyetçiliği üzerine bir analiz olacak...Güzel olacak, yeterli zamanı ve enerjiyi ayırabilirsem..
26 Temmuz 2010 Pazartesi
Mufassal Kıssa, Garip Efsane
"Mufassal kıssa başlarsın, garip efsane söylersin"
Baki
Dipnot: Bilenler başka bir yerden de bunu hatırlayacaktır..
Zubrowka - Bir Özlem!
Dünya üzerinde içmiş bulunduğum en iyisi, ve de iddialı bir şekilde dünya üzerinde ortalama bir vatandaşın mali ve lojistik açıdan ulaşabileceği içilip içilecek en iyi votka olduğu iddiasındayım Polonya işi Zubrowka'nın. Varşova'da bir gece ortalama bir barda tek bir shotla ve polonyalı ayyaş bir eski dostumun(hey gidi Pyotrik demek isterim şu an!) ısrarlarıyla başlayan bu müptelalığım şişeleri devirdi, bugünlere kadar geldi. şimdi bu votkanın hususiyetlerini sıralamaya geldi:
1) Sek içilebilite
Eğer kişi Rus ırkına mensup değilse, ve de ısınma yahut çabuk sarhoş olma derdi yoksa, votka dediğin sek olarak nedir, acı, alkol oranını hissettiren, içi seni dışı beni yakan, sek içilebilecek olsa da başka birşeyle karıştırdığında verdiği tadı ve lezzeti vermeyecek bir içkidir.
Her ne kadar Leh halkı bu jubruvka(okunuşu bu şekildir) denen şeyi genellikle elma suyu ile karıştırıp içiyorlarsa da makbulu sektir, boğazdan kayar gider. Ne acı bir tat, ne alkol içiyor olma hissi. Öylesi otsu öylesi yumuşak bir lezzet,yarım litre içsen kafası gelene dek bana mısın demezsin.
2) Ot
"Zubr" denilen bizon otu lezzetinin dört bir köşesine sinmiş, ona hafif yeşile kayan berrak sıvı kimliğini ve lezzetini kazandırmış, özgünleştirmiş ve katlamıştır. Zira içinde de bu ottan bir tane bulunur.
3) Dekor
Şişesi güzeldir, bir de kılıf niyetine yeşil ve tepesi kürklü bir şeyle satarlar, sağa sola dekor olarak kullanılır sonra bu kılıf.
İsmet inönü de severmiş bunu.Bialystok yöresinin mucizesi bu içeceği ısrarla polonya tarafında yaşayan eş dosttan isteyiniz(her nedense Polonya dışında rast gelmek zordur), bol miktarda piyasada bulunan sahtelerinden kaçınınız.
17 Temmuz 2010 Cumartesi
İnce Bir Çizgi / A Thin Line
"Cruel Intentions" enteresan bir filmdi.../ "Cruel Intentions" was an interesting movie...
"Kathryn: My advice is to sleep with as many people as possible.
Cecile: But that would make me a slut, wouldn't it?
Kathryn: Cecile, everybody does it; it's just that nobody talks about it.
Cecile: So, it's like a secret society?
Kathryn: That's one way of looking at it."
"Kathryn: Benim tavsiyem olabildiğince çok kişiyle yatmandır.
Cecile: Ama bu beni bir kevaşe yapar, öyle değil mi?
Kathryn: Cecile, herkes bunu yapar; sadece hakkında konuşmaz.
Cecile: Yani bu bir nevi gizli bir örgüt gibi mi?
Kathryn: Bu da bir bakış açısı."
3 Temmuz 2010 Cumartesi
Cioranist Manifesto
"İçgüdüsel olarak putlara taptığımızdan, düşlerimizin ve çıkarlarımızın nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline getiririz"
"Olay haline gelme isteği, her birinin üzerine zihinsel bir karışıklık, ya da kişinin kendi istediği gibi bir lanet gibi etki eder"
"Bütün duygular mutlaklarını salgı bezlerinin sefilliğinden alırlar"
"Bizi çevreleyen şeylere, onlara isim verdiğimiz-ve ötelerine geçtiğimiz- ölçüde tahammül ederiz"
"Hiçkimse `havai`liğe hemen ulaşamaz. O bir ayrıcalık ve sanattır: her tür kesinliğin imkansız olduğunun farkına varan ve kesinliklerden tiksinen kimselerdeki yüzeysellik arayışıdır"
"Hayat ölümden fazla ürküntü verir:Büyük Meçhul odur"
"Atadan kalma ödlekliğimizin bize önerdiği çözümler, entellektüel edebinden yan çizmenin en beter yollarıdır. Yanılmak, kandırılmış olarak yaşamak ve ölmek;insanların yaptığı budur"
"Her geceden sonra, kendimizi yeni bir günün karşısında bulduğumuzda, o günü doldurma gerekliliğinin gerçekleştirilemez oluşu içimizi ürküntüyle doldurur"
"Anlar birbirini izler: Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan eerler;seyirleri bizim seyrimiz değildir."
"Hayat, koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde kopartılan patırtıdır; evren ise, sara hastalığına tutulmuş bir geometri..."
"Her varlık başka bir varlığın can çekişmesiyle beslenir"
"Kelimeler merhametlidirler: Narin gerçeklikleri bizi kandırır ve teselli eder"
"Düşkünlüğün kibiri olan isyan, soyluluğunu ancak yararsızlığından alır"
"Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir."
"İnsanların var olmak ve harekete geçmek için sarıldıkları nedenleri, kendimde ortadan kaldırmak istedim. Sözle anlatılamayacak kadar normal bir hale gelmek istedim,-şimdi de sersemlemiş bir halde, budalalarla aynı düzeyde ve onlar kadar boşum."
"Ancak hakikate karşı hareket edilebilir. İnsan bütün bildiklerine rağmen, bütün bildiklerine karşı her gün yeniden başlar"
"Ebediyetle ilgili olan herşey, kaçınılmaz olarak harcıalem bir hal alır.
"Varoluşun içinden açıklamalarla sıyrılınamaz, buna ancak maruz kalınabilir"
"Başlangıçta, ışığa doğru ilerlediğimizi sanırız; sonra o hedefsiz yürüyüşten yorulur ve kendimizi yere bırakırız."
"Herşeyin beyhudeliği fikrinde ne ilerleme vardır, ne de bir sonuca varma"
"Hiçbir makul varlık tapınma nesnesi olmamıştır; bir isim bırakmamış, tek bir olaya bile damgasını vurmamıştır"
"Evren her bireyle başlar ve biter"
"Metafizikle bir tek genelev bağdaşabilir"
"Yaşam işaretleri: Zalimlik, fanatizm, hoşgörüsüzlük. Gerileme işaretleri: Canayakınlık, anlayışlılık, bağışlayıcılık"
"İnsanlık sadece kendini telef edenlere tapmıştır"
"Ürküntü devirleri sükunet devirlerini bastırır; insan olay bolluğundan ziyade olay yokluğundan rahatsız olur; tarih de onun can sıkıntısını reddetmesinin kanlı ürünüdür."
20 Mayıs 2010 Perşembe
Zenginleşme?
"In poor nations, the common people are comfortable; in rich nations, they are generally poor"
"Fakir uluslarda, genel olarak insanlar (madden) rahattır; zengin uluslarda, genelde fakirlerdir"
"Ideoloji" kavramını ilk kez ortaya atan Fransız aydınlanmacı teorisyen, "Das Kapital"'de "soğukkanlı burjuva doktrineri" olarak nitelenen Destutt de Tracy söylemiş, yanlış da dememiş. "Maddi Zenginleşme"nin toplumsal bazda tam olarak ne anlamlara geldiğini ve gelebileceğini, kapsamını ve süreçlerini sorgulamak isteyenler için iyi bir başlangıç noktası.
"Fakir uluslarda, genel olarak insanlar (madden) rahattır; zengin uluslarda, genelde fakirlerdir"
"Ideoloji" kavramını ilk kez ortaya atan Fransız aydınlanmacı teorisyen, "Das Kapital"'de "soğukkanlı burjuva doktrineri" olarak nitelenen Destutt de Tracy söylemiş, yanlış da dememiş. "Maddi Zenginleşme"nin toplumsal bazda tam olarak ne anlamlara geldiğini ve gelebileceğini, kapsamını ve süreçlerini sorgulamak isteyenler için iyi bir başlangıç noktası.
Thesis 11
Thesis 11...
"Die Philosophen haben die Welt nur verschieden interpretiert; es kommt aber darauf an, sie zu veraendern."
"The philosophers have only interpreted the world, in various ways. The point, however, is to change it."
"Filozoflar dünyayı farklı şekillerde yorumlamışlardır; fakat esas olan, onu değiştirmektir."
29 Nisan 2010 Perşembe
Kanama # 1 : Planlama - 1
Kanama...Bitmeyen Problemler(imiz) hakkında yeni bir seri.
Şu anki "plan" doğrultusunda
No : 1 --- Planlama
ile başlayacak,
No : 2 --- Denetim
ile sürdüreceğiz...
Planlama - 1
Türkiye'nin, ve bunun yanında toplumsal,ruhani,fiziksel,siyasal ve mental olarak bir takım şeyleri tam olarak oturtamamış bireylerin, ve dolayısıyla toplum, halk/millet ve devletlerin aksadığı en önemli noktalardan birisi, hatta belki de en önemlisi planlamadır.
Bitmeyen bir kanama, yok olmak bilmeyen bir atalet, ortaya çıkarılan ve meydana getirilenlerde verimsizlik ve temel eksiklikler, hatalar, kimi zaman kötü niyetli unsurlar, sonsuz görünen bir karmaşa sözkonusudur bu yığınlarda.
Bu aşamada planlamayı bir kaç bölüme ayırmak gerekmekte. En önemli kara delik, kamu hizmetlerini sağlayan kurum olduğu için devlette ise de, ya da devlet organizasyonunun büyüklüğü ve içindekilerin bize yansıma/akis ölçüsü nedeniyle bizi daha çok ilgilendirse de, planlama alanındaki kıtlık özel sektörler içinde de mevcuttur. Örneğin Türk özel sektörünün, büyüğünden küçüğüne her tür şirket veya ticari işletmenin kurumsallaşmayı ve markalaşmayı doğru dürüst becerememesinin altında da bir ölçüde bu sıkıntı yatmaktadır. Hatta bu sıkıntıyı sadece örgütsel, organizasyonel boyuta indirgemek yetersiz kalacaktır. Bunun toplumdan bireye değil, birey bazında yaygınlık nedeniyle topluma yayıldığının bilincinde olunması gereği de kritik bir noktadır. Bireysel / ailevi / topluluksal ölçüde benzer sıkıntılar yukarıda söylediğimiz insan gruplarının direkt olarak hayatlarının içinde.
Planlamanın başarılamamasının altındaki yatan faktörler ve planlama alanları ayrı ayrı irdelenmelidir. Zannımca şu şekilde bir ayrıma gidilebilir.
1- Alan Planlaması : Şehirler, kasabalar, köyler... Bununla da sınırlı değil, ormanlar, milli parklar, anıtlar, ören yerleri ve turistik bölgeler, dağlar, ve hatta odalar, metrekareler, veyahut da panolar, duvar parçaları... Alan olarak tezahür edebilecek her türlü hacimsel birimin maksimum fayda ile alana zarar vermeksizin ve alanı ihya edebilecek şekilde, fazlalık ve lüzumsuzluktan kaçınarak, objektif olarak duyuları rahatsız etmeyecek ve hoşa gidecek biçimlerde kullanımı...
2- Mali Planlama: Maliyet dökümleri. Girdi-çıktı hesapları. Detaylı bir hesaplama ve etkin bir varsayım ile meydana getirilmek istenen şeyin risk ve insan faktörleri de göz önünde tutularak minimal-ortalama-maksimal skalada emek, çaba ve parasal anlamda tutarı ve bunun mantığının bireylerde de oturtulabilmesi. Ne ceplerde akrep beslemek, ne de bol miktarda yağı oraya buraya sürmek. Ortaya çıkarılacak olanın verimi, getirileri ve götürüleri, detayların en ince parçasına kadar düşünülerek gözden kaçırılmaması.
3- Kurumsal Planlama: İcra edilmek istenenin en doğru ve düzgün bir şekilde başarılması için geliştirilecek ve kurulacak olan sistematik. Gerek yetkisel ve operasyonel gerekse insani sınırların ve gerçekten uygulanacak olan, havada kalmayacak temel prensiplerin efektif bir şekilde belirlenmesi ve nihai olarak herkesin işini meyve veren bir birlikte çalışma ile,doğru,dürüst ve layıkıyla yapması için gereken düzenlemelerin ve yapıların oluşturulması. Bununla birlikte pratikte işe yarayacak olanın en dikkatli biçimde ortaya çıkarılması, katı standardizasyonlarla veya var olan modellerle yetinilmeyip, en uygun çözümlere, kalıplara takılmaksızın, fakat yüksekten de uçmaksızın ulaşılabilmesi.
4- Meydana Getirilecek Olanın Planlaması: Ortaya çıkarılmak, icra edilmek, meydana getirilmek istenen maddi veya manevi değerin amaçladığı etki, varlığının doğru yerde olması, genel olarak getirilerinin, götürülerini aşması; götürülerinin geri döndürülemeyecek zararlara yol açacak derecede büyük ölçekte olmaması, getirilerininse rasyonel bir bakış açısıyla tamamen farazi ve varsayımsal getiriler değil, somut anlamda getiri niteliği taşıması. Meydana getirilecek olanın faydalı olması dışında mevcut imkanlar dahilinde olanca bir fonksiyonellik, pratiklik, estetik taşıyabilmesi, faydalarının saman alevi niteliğinde kalmasındansa uzun vadeye yayılabilmesi. Nitelik gereği önceki durumdan bir fark yaratabiliyor olması.
Bütün bunların teferruatlı analizine, sebep ve sonuçlarına girecek olduğumuzda ise bambaşka noktalar ortaya çıkıyor. Onlara da ikinci yazımızda değineceğiz.
28 Nisan 2010 Çarşamba
Aşağı Türleşme Devri?
"Yaptıklarıma pişman mıyım? Sanmıyorum. Şunu çok iyi biliyorum ki, bağlandığım davanın işlemediği kanıtlandı. Belki de onu seçmemeliydim. Fakat öte yandan, eğer insanların daha iyi bir dünyaya ilişkin herhangi bir idealleri yoksa, bu bir şeyleri yitirmiş oldukları anlamına gelir. Eğer erkekler ve kadınlar için tek ideal maddi değerler elde etmek suretiyle kişisel mutluluk peşinde koşmaksa, insanoğlu bu durumda bir aşağı tür olmanın ötesine geçemez."
Eric Hobsbawm
Not: Ekşisözlük'ten loser name'e teşekkürlerimle
22 Nisan 2010 Perşembe
Kim Ölür?
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı,
Görmek istemekten kaçınanlar,
Yavaş yavaş ölürler.
Pablo Neruda
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)