27 Kasım 2008 Perşembe
Gemileri Yakmak
Bazen gemileri yakmak,yakabilmek lazım gelir.
Bilgisayar oyunlarına atıf yapmak gerekirse, bilen varsa...Kendiniz yakmazsanız
Civilization 2'deki gibi "Trireme"niz açık denizlerde kaybolur.
Age of Empires'taki ateş gemileri dibinize gelip göz parıldatan bembeyaz yelkenlerinizi karartır.
Bir Sıcak Saatler dizisi diyaloğundan fırlama gibi görünür belki böylesi gece yazıları...Gemiler, Cehennem...Evet kardeşlik, gemiler...Orada da gemiler buradaki gibi mi yanıyorlar?
Feanor da yakmıştı gemileri, Tarık-ül Ziyad da, kendi boğazlarını geçerken, ve bir daha geri dönmemeleri gerekiyordu. Geri dönmediler. Dönebilirlerdi, yakmasalardı gemilerini.
Gemileri yakın, ve ufka yürümeye, hemen şimdi başlayın... Yakma kararı yeterince zor, ki eylemi de bir o kadar meşakkatli.
Ancak, kendi kendinizi batırmaktan, denizin ortasında Titanic'ten düşmüşçesine tahta parçalarına sarılıp kör bir adaya düşmeyi beklemektense,varsın gemilerinizi feda edin...Ve asla geri dönmeyin, asla tekrar var olmasınlar.
Gece Saçmalamaları...Ama malum, denemeler sorgulanamaz, eleştirilemez. Sorgulamayınız, eleştirmeyiniz, ama dalganızı geçebilirsiniz!
-
25 Kasım 2008 Salı
Gecenin Menüsü - 4
1- Travis - Happy To Hang Around
2- U2 - Stuck In A Moment
3- Death Cab for Cutie - Marching Bands of Manhattan
4- Lifehouse - Everything
5- Ocean Colour Scene - Hundred Mile High City
6- Travis - Re-Offender
7- Moloko - Indigo
8- Slint - Washer
9- Anna Ternheim - Lovers' Dream
10- Pink Martini - Hang on Little Tomato
16 Kasım 2008 Pazar
Pazar Şarkıları
Uzun bir aradan sonra, tembel bir pazar günü kendimde yazma dermanı ve fikriyatı bulabildim. Epeydir yazamadım. Internetim yoktu, zamanım yoktu, bunlar olduğunda da ilham mı derler yahut neyse, o zıkkımdan yoktu. Yukarıda gördüğünüz ideal bir pazar gününü yansıtan resim, Kırklareli'nin Karadeniz kıyısındaki güzel Kıyıköy kasabasından. Tam da oradan binlerce kilometre mi dersiniz, gavurun hesabıyla mil mi dersiniz, uzaktayken, pineklemek dışında başka birşeyin istenmediği bu pazar gününde, pazar şarkıları dinleyerek zamanı "değerlendiriyorum"...
Pazar Şarkılarına gelelim. Bunlar gerçek anlamda, "literal" pazar şarkıları. Pazarı anlatan şarkılar. Pazarlarda var olan şarkılar. Kimisi bir pazar sabahında, kimisi kanlı bir pazarda, kimisi sakin ve tembel bir pazarda varlar...
1- The Cranberries - Sunday
1993 tarihli "Everybody Else Is Doing It, So Why Can't We?" albümünden bir parça Sunday. Hak ettiği ünü bulamadıysa da, sakin ama melankolik bir pazar gününü, 20'li yaşlarının başındaki Cranberries üyeleri, sözüyle olsun, müziğiyle olsun, bizlere yaşatıyorlar...
"He couldn't find the words,
To say I love you...
He couldn't find the time,
To say I need you...
It wouldn't come out right..."
2- U2 - Sunday Bloody Sunday
Manidar bir şekilde "War" albümünden 1983 tarihli son derece eski ve vakt-i zamanında son derece popüler olan bu şarkı, tarihte pek çok örneği yaşanan bir "Kanlı Pazar" kalıbının 1972'de Kuzey İrlanda'da, İngiliz askerlerinin göstericilere ateş açması üzerine yaşanmış versiyonunu anlatıyor. Sunday Bloody Sunday, gerek verdiği politik mesaj çerçevesinde, gerek müzikal anlamda, ve benim açımdan özel olarak ise, şarkı boyunca süren müthiş bateri ritimleriyle önemli bir "pazar şarkısı"
"And the battle has just begun
There's many lost but tell me who has won"
3- Maroon5- Sunday Morning
Maroon5 kimi zaman gayet güzel işler çıkarabilen bir grup. Şarkılarında çeşitli enstrümanları başarıyla harmanlıyorlar. Sunday Morning adlı eserleri de, piyano, saksafon ve perküsyonun yer yer caza kaçan çok kaliteli birlikteliğiyle ve bunun yanında ferahlatan sözleri ve vokaliyle kesinlikle iç ısıtan kıpır kıpır bir pazar şarkısı...
Dipnot olarak, eğer gerçekten sevdiğiniz bir sevgiliniz, eşiniz vs. varsa daha manidar olduğunu üzülerek belirtmeliyim :)
"That may be all I need
In darkness, she is all I see
Come and rest your bones with me
Drivin' slow on sunday morning
And I never want to leave"
4- Morrissey - Everyday Is Like Sunday
Ne denebilir ki...Ada müziğinin güçlü sesi gibi klişe yapıştırmalarla anlatmaya gerek yok sanırım Morrissey'i... Sıkıntılı bünyeler için birebir giden bir şarkı. Neşeli bir pazar günü için bu şarkıya bulaşmayın. Sevgi pıtırcığıysanız eğer, dinleyin, zaten anlamazsınız pek...İçinde ince ayarlı bir politik/insancıl mesaj barındırsa da, buna değinmeyeceğim, şarkıyı o türlü algılamak istemiyorum. Hem kanlı pazar dedik zaten daha önce, fazlasına gerek yok. Zaten her gün pazar gibi...
"Everyday is like sunday
Win yourself a cheap tray
Share some greased tea with me
Everyday is silent and grey"
5- Blur - Sunday Sunday
Blur çok enteresan bir grup arkadaş. Bu grubu seven çok seviyor, sevmeyen de şarkısını duyunca böğürecek gibi oluyor. Song 2 dışında "genel beğeni" kıstaslarını karşılayan pek bir şarkıları yok. Konu Blur olunca ben aralarda bir fazdayım. İyi şarkısı da var, kötüsü de var sübjektif kriterlerimce. Neyse velhasıl tipik bir pazar anlatımlı bu şarkısı da diğer pek çok şarkılarına benzer bir stilde gidiyor, ve şaheser olmasa da kötü bir şarkı sayılmaz.
"Sunday, sunday here again in tidy attire
You read the colour supplement, the TV guide"
İyi Pazarlar...
18 Ağustos 2008 Pazartesi
Belgrad Bira Festivali
Yine aylardan doğanın bir zırnık yeli, bir ferahlamalık cereyanı bizden esirgediği bu cehennem günlerinde, hemen kuzeyde, sıcağın daha az yaktığı güzel bir memleketin güzel bir şehrinde, o ülkenin ilginç ve farklı insanları, Osmanlı yapımı kalelerinin civarında Bira Festivali'ne hazırlanıyorlar.
Her Ağustos olduğu gibi Belgrad Bira Festivali, Sırbistan'ı olduğu kadar eski Yugoslav ülkelerinden ve farklı farklı birçok ülkeden insanları bir araya topluyor. Beraberce serinlemek, beraberce eğlenmek için... Değişik lezzetleri(lezzet derken, festivalin envai çeşit biraları da dahil, ancak birayla sınırlı değil), hıncahınç kalabalık bir alanda, ama neşeli kalabalığın içinde tadabilmek için...
Geçen yıl 1 gün arayla kaçırdığım bu güzel şölen atmosferi, uçakla 1 saat, uçağa ekonomik durumu yetmeyecekler için gidiş dönüşü 50 küsür euro tutacak trenle ise takriben 24 saat. Güzel ve hareketli Belgrad'ı en coşkulu ve şenlikli anında yakalamak için her sene güzel bir fırsat.
Her Ağustos olduğu gibi Belgrad Bira Festivali, Sırbistan'ı olduğu kadar eski Yugoslav ülkelerinden ve farklı farklı birçok ülkeden insanları bir araya topluyor. Beraberce serinlemek, beraberce eğlenmek için... Değişik lezzetleri(lezzet derken, festivalin envai çeşit biraları da dahil, ancak birayla sınırlı değil), hıncahınç kalabalık bir alanda, ama neşeli kalabalığın içinde tadabilmek için...
Geçen yıl 1 gün arayla kaçırdığım bu güzel şölen atmosferi, uçakla 1 saat, uçağa ekonomik durumu yetmeyecekler için gidiş dönüşü 50 küsür euro tutacak trenle ise takriben 24 saat. Güzel ve hareketli Belgrad'ı en coşkulu ve şenlikli anında yakalamak için her sene güzel bir fırsat.
17 Ağustos 2008 Pazar
17 Ağustos 1999...Gafletin Doruğunda...
Doğanın nefretini kusarak insan gafletinin tepesine bindiği gün. İnsan acziyetinin değil...Gafletinin.
Dipten gelen dalganın insanların hayallerini barındırdığı, aslında her biri de hayal malzemelerinden yapılmış kağıttan kaleleri bir üfürükte parça pincik ettiği bir kıssa örneği olarak literatüre düşebilecek olay.
Ben yaşamadim,hissetmedim bile...Yaz gelip bitmeye doğru yaklaşmış, akraba ziyaretleri sezonu da açılmıştı. Anadolu'nun ortasında, bir o kadar da ücra bir köşesi olan Aksaray'daydım evvela. Hani şu Konya-Aksaray, Niğde-Aksaray'larda geçen boynu bükük ilimiz. Oradan Antalya'ya geçmiştik ailemle.
Ancak tam bir gun sonra babaannemin bulunduğu Yalova'ya dogru yola çıkacaktim. Tanri kurtardi bir nevi. Kimse yasamadan kolay kolay bilemez de... Çok dinledim, çok izledim... Bir gece yatip da ertesi gun uyandiginda,deprem alanindaki yikimi televizyonda gordüm. Daha da cocuktum o zamanlar, o zaman dahi hic kolay degildi.
Bir o an düşünün ki, yatağınız bir ileri bir geri gidiyor, hareket edemiyorsunuz, kaçsanız kacamazsınız mihlanmışınız yerinizde.Bir şeyler devriliyor, belki eviniz yıkılıyor, ya da yıkılmasa bile karşınızda yikilan evi izliyorsunuz, alaşağı inişini goruyorsunuz. Yakınlarınızı ariyorsunuz ulaşamıyorsunuz, goçüklerin altindan insanlar bagrıyor kurtarın bizi diye, sesler kesiliyor sonra. İnsanlar doluşuyor arabalara, rafineri cayır cayir yanıyor diye Değirmendere'den oteye geçirmiyorlar, Bursa'ya, Istanbul'a kaçamiyorsunuz, izin yok. herseyi birakip gitmek istiyorsunuz gidemiyorsunuz, o yikimi gormek zorundasınız, yakınlarınızla bir anlığına güç bela bağlantı kurup konuşuyorsunuz, o sirada '' aaa bak karsidaki site yikiliyor simdi'' diyiveriyorsunuz. Yıkılıp da giden icinizdekiler. Bir adam dusunun ki tum yakinlarini,anasini babasini sevdigini arkadaslarini,tumunu birden kaybediyor, işte o an orada kendi de bitiyor, çöküyor. Yillar yili, boyu devrilesice ittakımı tarıma uygun sulak alana bina yapimina, tabanı sulu ovalarin ustune bina yapimi bir yana, sehir kurulmasina izin veriyorlar, rafineri bile kuruyorlar, bini bir para etmez muteahhitler kumdan kale yapar gibi bina yapiyor..ve devletin baskani cikiyor, o donemde uydu telefon gibi bilumum teknolojilerin varligina ragmen, '' felaket bolgesine ulasamiyoruz'' , valilere ulasamiyoruz diyebiliyor. ''devlet baba'' dahi o an kendisini yonetenlerin basiretsizliginden dolayı çaresiz kalabiliyor.Ve göçuk altindan kurtulamayan, sayısı hep azaltılarak gosterilen onbinlerce olunun yaninda, kurtulanlar da halen prefabriklerde sefalet içinde yaşamaya ve psikolojik tedavi gormeye, başkalarının yanlışlarının acısını çekmeye devam ediyorlar.
Dün dolaylı olarak yaşadığımız acıyı, yarın aynı şekilde, belki de daha ağır boyutlarda, biz de yaşayacağız.
Aması maması yok.Değişen birşey yok. Devlet, her zamanki gibi gerekeni yapan kurum olan o öğrendiğimiz, olması gereken devlet değil. Müteahhit, teki tükü hariç adam değil, ama bir yandan da, halk da halk değil...
Değişimi isteyen de yok. İsteyen varsa da de çabalayan bir elin parmaklarınca. Herşey bitti gitti ya, sanki eskinin canlı izleri götümüzün dibinde durmuyormuş gibi, sanki ben eskiden her yaz gittiğim Yalova'daki yazlığıma hala her yaz gidebiliyor, gittiğimde de aynı insanları bulabiliyormuşum gibi, herkes halinden memnun görünüyor.Mezarın altına kafamızı kıpkırmızı bir kiremit delmiş halde yatsak da halimizden memnun öleceğiz...Çok şükür öldük...Kalanların da ne halleri varsa görsün diyerekten...
Med Cezir...
Geçenlerde annemin bahsiyle açıldı ve düştü aklıma. Ben 6 yaşında falan iken, bej Doğan SLX bir arabayla Istanbul'a yapılan bir yolculuk öncesi almışlardı bu kasedi ebeveynlerim. İşte o Doğan SLX'le yapılan o Istanbul yolculuğundan beri o albüm, o her şarkısı güzel olmasından kelli efsaneleşen albüm, benim favorilerimdendir. Her mp3'ü bulunsa da, kasedini arabada bulundururum ki, olur a kafam atar, dinleyebileyim. O zamanlar Beni Bırakın'a bayılırdım. Son kuşlar havalandı dizesini senelerce dolmuşlar havalandı diye anladım. Uçurtma Bayramları ise albümde tek sevmediğim şarkıydı. Yıllar geçti. Yel kayadan toz almadı, aksine daha da tozuttu, ancak temeli sallandırdı. Uçurtma Bayramları albümün en sevdiğim şarkısı oldu...
Sonra güzel şarkıları bulunsa da Levent Yüksel'in, single-albüm tadında aynı tadı ve başarıyı yakalayamadı. En baştan zirveyi bulmak kolay olmasa gerek.
Peki Levent Abi...(Bu samimiyet nerden ileri geliyorsa? Mazur görün o kadarcığı artık)...Demiştin ki bir şarkında...Sana söz yine baharlar gelecek...Sana söz ışık sönmeyecek...Niye kandırdın be abi? Hadi sen söyledin, madem söyledin, kaydında dahi ertesi şarkında Uçurtma Bayramları'nda niye kendinle çeliştin be abi.
Neyse, en nihayetinde bir klasiktir "Med Cezir" albümü...Her sanatçı tarafından ortaya konulamayacak, hiçbir arabanın torpidosundan atılamayacak, dinleme şansına erişmişlerde ayrı tatlar bırakmış bir klasik...
10 Ağustos 2008 Pazar
Hoy Lu Lu
"İsterim benim de acaip isimleri
Hiç duyulmamış zenci arkadaşlarım olsun.
Onlarla Madagaskar limanlarından
Çin'e kadar yolculuk yapmak isterim."
Orhan Veli Kanık
Dipnot :
Bina Resmi : Massawa , Eritre... Atlantis'in yolunun geçtiği, bir parçası olduğuna inanılan eskinin efsanelerinde adı geçen mistik limanlarındandır.
3 Ağustos 2008 Pazar
Ozanlar Diyarının Bir Ulu Ağacından...
Bu diyarlarda ozanların kıymeti bilinir idi. Adları sanları belki yüzyıllarca çivilere çakılı, zihinlere kazılı kalacak olan o ozanların, mesajları, sözleri, imbiklerinden geçirdikleri unutulmaya yüz tutuyor.
Ülkenin ve milletin, hatta cümle cemil dünya kavimlerinin kutbunun 50 bin parçaya ayrıldığı ayrılttırıldığı şu günlerde Aşık Veysel ne de güzel diyor.
Senlik Benlik Nedir Bırak
Allah birdir Peygamber Hak
Rabbül alemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası
Kürtü Türkü ne Çerkezi
Hep Ademin oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi
Kurana bak İncile bak
Dört kitabın dördü de hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası
Binbir ismin birinden tut
Senlik benlik nedir sil at
Tuttuğun yola doğru git
Yoldan çıkıp olma asi
Yezit nedir, ne kızılbaş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ataş
Söndürmektir tek çaresi
Kişi ne çeker dilinden
Hem belinden, hem elinden
Hayır ve şer emelinden
Hakikat bunun burası
Şu alemi yaratan bir
Odur külli şeye Kadir
Alevi Sünnilik nedir
Menfaattir var varası
Cümle canlı hep topraktan
Var olmuştur emir Haktan
Rahmet dile sen Allah'tan
Tükenmez rahmet deryası
Veysel sapma sağa sola
Sen Allah'tan birlik dile
İkilikten gelir bela
Dava insanlık davası…
Gecenin Menüsü - 3
1- Bic Runga - Sway
2- R.E.M. - Nightswimming
3- The Architects feat. NaNa - Bodygroove
4- Tom Waits - The Piano Has Been Drinking
5- Lenny Kravitz - Are You Gonna Go My Way?
6- The Cardigans - And Then You Kissed Me (Part II)
7- The Pixies - Where Is My Mind
8- Natalie Imbruglia - Wishing I Was There
9- Queen - Another One Bites The Dust
10- Selda Bağcan - Ziller ve İpler
Uzunca bir aradan sonra..."Zilleri taktı çıkı çıkı yaptı" diye bitirmek güzel oldu.
Etiketler:
Gecenin Menüsü,
Müzik
20 Temmuz 2008 Pazar
17 Temmuz 2008 Perşembe
Başka Başka Yerler
Genelde ilk hedefimiz garbın ucudur. Birşeyler biriktirdik mi çıkış kararı aldık mı, Londra'dır, New York'tur, Paris'tir, Roma'dır ilk hedef...
Burnumuzun dibinde farklı, apayrı yerler var. Bize doğal olarak her anlamda daha yakın yerler. Farklı şehirler, farklı coğrafyalar...
Dünya çevresinde kendi tecrübelerimden üç beş birşey biriktirmeye çalıştım. Bunu buraya yazıya dökeceğim ki, unutmayayım, bir yandan da paylaşmış olayım.
Başka Başka Yerler!
Gong'u çal evladım, Hüsnü yerleri temizle, Ali Osman sen de şunları götür.
16 Temmuz 2008 Çarşamba
Türk Televizyonlarının En Bayat Kişilikleri - 1
Türk televizyonlarının en bayat adamları serisini açıyoruz.
Bu seride ilk olarak, Türk televizyonlarının şüphesiz en bayat adamı olan bir zat-ı muhteremi inceleyecek, anacak, anma değil bu yok, anımsayacağız.
Evet, resimden tanıdınız. Daha şişmanı bir adama nadir rastlarsınız zaten "showbiz" içinde. Adam yıllarca da bunun ekmeğini yedi, şirinlik verdiğini mi sandılar bu tontonluğun neyse.
Aslında çok küçümsedik. Bazı skeçleri ilk çıktığında, ama sadece ilk bölümünde, kısa sürede zincirleme hale gelip baymak ve esprileri bayatlamak üzere, güldürebiliyordu. "Reyting Hamdi" olarak başladı; Sergen ve Alpay'ın peşinde "reyting, reyting" diye her bölüm dolandığı skeçle başlayan macerası, sibop-palyaço laflarından, ossuruk ve tokat efektlerinden her bölüm tekrarlanan rezalet bir aranjmanla "Gazman", delikanlı kız konseptinin de suyunu çıkaran "Yarmagül" gibi birbirinden rezil karakterleri senelerce kendisi kadar bayatlamaya yüz tutan Cengiz Küçükayvaz, karısı, Çıtır Kız(Baharat Kız da olabilir) Melda, Necmi Yapıcı gibi isimlerden oluşan kumpanyasıyla oynadı.
Reyting Hamdi skeçlerinin sürekli zaman diliminde düzenli olarak hitap ettiği IQ kitlesi genelde 60-85, veya 180-200 olmakla beraber, yaş grubu olarak bu endeks 6-12'de kalmaktaydı.
Sonrasında dahi "Cino" gibi birbirinden gudik yapımlarla kariyerini sürdürdü. Dileğimiz çoluğunu çocuğunu alıp bir tatil yöresine, yahut Azerbaycan olur, Fransa olur, İran olur, başka başka ülkelerde başka başka insanları güldürsün, bizim akıllı kanallardan birisi kendisini ekranlara geri döndürmeye kalkışmadan...
Biraz haksızlık ediyormuşum gibi geliyor. Zaman zaman komik anları da olmuştur belki, külliyata birşeyler katmıştır. Güldürdüğü neşelendirdiği skeçleri vardır. Ancak senelerce sürdürdü aynı cins esprileri, tiplemeleri, skeçleri. Sonunda da haliyle baydı, bayatladı ve miadını doldurdu.
Reyting Hamdi, güzel zamanları olmasına rağmen bayatlık skalasında üst sıralara oynar.
6 Temmuz 2008 Pazar
The Final Cut
2000'li yıllarda gördüğüm, fazla duyulmamış, fazla uğultu yaratmamış en güzel filmlerden biri 2004 yapımlı Robin Williams'ın "The Final Cut"'ı...
Ya hayatınız bir mikroçip tarafından an be an kaydedilseydi...
Robin Williams, ölülerin mikroçipleriyle oynayıp onlardan belli anları kaydeden ve mezarlara koyan bir "cutter"'ı oynuyor.
Filmin sonu, zeka dolu ve şok edici bir şekilde bitiyor.
Amerikalılar gibi biz de diyelim, "Two Thumbs Up!"
5 Temmuz 2008 Cumartesi
En Gaz Şarkı Girişleri
Güzel şarkılar pek çoktur, ancak giriş kısımlarını ilk duyduğunuzda canlıların ortak özelliklerinden olan irkilme hissini en yoğun şekilde yaşatan ve de "hasktr ulan" tadını yaşatan şarkılar bu güzel şarkıların sadece bir kısmıdır. Kendi bakış açımdan bu şarkıların kendimce Top 10'u şu şekildedir(Ağır metalden çok hazzetmediğimi ve birkaç beğendiğim şarkı dışında pek burada hesaba katmadığımı da dile getirirsem listenin sübjektifliği daha iyi anlaşılabilir sanırım, çünkü bu tipte herkes bangır bangır giriyor zaten, bir şekilde önce gaza, sonra pogoya gelmeyeni pogo olmaksızın dövüyolar) :
1- Klint - Diamond (Snatch OST)
Yukarıdaki resimde gördüğünüz albümden. Baslar, ziller, melodi geçişleri..Bu işin şahıdır.
2- Muse - Stockholm Syndrome
Muse'u sevdiğim söylenemez, ama bu şarkıyı ilk duyduğum gün, şarkının ilk 10 saniyesinde suratımda "höst" efekti oluştuğunu net hatırlıyorum.
3- Barry White - Shaft Theme
"Çıkıtıdı" efektini hayatıma sokan şarkı...Ziller başlar "çıkıtıdı" efektiyle, sonra inceden bas girer, akabinde funk gitar, sonra ilk piyano vuruşu...Hoh!
4- R.E.M. - Orange Crush
R.E.M'in klasik üstün nitelikli davul-bas başlangıcı ve arkadan giren gitarla nefis bir açılış...Şarkı, napalm bombalarıyla ilgili, turuncu(siz oranj da diyebilirsiniz :/) da napalm'ın alev aldığında oluşan renk.
5- Prodigy - Breathe
Bu şarkının girişiyle coşmamış bir rocksever, hatta yabancı müzik dinleyen herhangi bir nefer olduğunu zannetmiyorum.
6- Radiohead - Idioteque
Radiohead'in elektroniğe sarmaya başladığı ilk yıllardan, elektronik ve perküsyonun üstün kullanımıyla üretilmiş bir giriş.
7- Oasis - Fuckin' In The Bushes
O da Snatch film müziğinden, arada bir çatlayarak gelen "I love it" dışında sözsüz bir parça, ancak bateri girişi, ve devamındaki oynak gitar riffleriyle bir başka klasik.
8- Sepultura - Roots Bloody Roots
Ağır metal grubundan koyabileceğim tek istisna, gerilimli bir hava yaratan bir giriş, sonra sanki aynı enstrümanmış gibi simetrik giden gitar ve davul. Ve solistin "ROOOOOOOOTS" diye giriş anı...
9- Basement Jaxx - Red Alert
Vakt-i zamanında MTV izleyenler bu şarkıyı bilmese de girişini yıllarca duydular..YOVYOVYOVYOYOVYOYOV korodan sonra efektlerle süslü bir giriş.
10- The Verve - Bittersweet Symphony
Daha "tatlı-sert" ve mahzun ama umutlu bir gaz giriş sözkonusu gibime gelir hep...
Oskar Von Hutier
Tarih her zaman herkesi kolay kolay yazmaz. Kimi zaman da, ya yazdığını abartır, yahut da yazdığına hakettiği değeri vermez. General Oskar Von Hutier (1857-1934) de tarihin yeterince yazmadığı büyük askeri dehalardan birisi.
Hatta kendisini 20. yüzyılın en iyi kumandanlarından, en büyük askeri dehalarından biri olarak nitelesek, yanlış yapmış sayılmayız.
1. Dünya Savaşı esnasında Alman Orduları'nda bir komutandı Hutier. Ve, tarihin cilvesidir ki, daha evvel bölük komutanlığı yapan ve başarılı olan böylesi bir adamın, kendisine Doğu Cephesi'nde 10. Ordu kumandası verilerek tarih sahnesine çıkması, savaşın başlangıcının 3 yıl sonrasını, 1917 yılını bulmuştur.
Yüksek askeri dehasının ve sistemli çalışmasının sonucu geliştirdiği askeri taktikler, "Infiltrasyon Taktikleri", "Büyük Savaş"'ın en başarılı sonuçlarından birkaçını vermiştir. Doğu Cephesi'nde, kumanda almadan önce de zaten kısmen uygulamakta olduğu bu taktikleri, kumandayı alınca, uzun süredir kırılamayan Riga Kuşatmasını sonlandırarak, "Riga Fatihi" unvanını almış ve bunun yanısıra, yine askeri harp tarihinde ilklerden birini gerçekleştirerek, Baltık'taki Rus adalarına amfibik saldırıda bulunarak bu adaları da ele geçirmiştir askerleriyle.
Akabinde İtalya Cephesi'ne yönlendirerek, Merkezi Güçler'in İtalyan kuvvetlerini parça pincik ettiği ve sadece esir sayısının 300.000 olduğu Caporetto Taarruzunu, veya İtalya açısından, bozgununu yönetmiştir. Sonra Fransa Cephesi'nde, kuzeni Ludendorff'un Bahar Taarruzları'nda, diğer taarruzlardaki gibi yine kendi master alanı olan infiltrasyon taktikleriyle, Almanya son kurşunlarını atarken, Fransız hatlarını delen, ve burada gedik açan tek komutan olmuştur. Bugün hala konuyla ilgili tarihçiler ve askerler arasında, Hutier'in açtığı gedikten Alman Orduları'nın içeri girerek Müttefik Orduları'nı sarma ihtimali halinde neler olmuş olabileceği konuşulagelir.
Bu "İnfiltrasyon" Taktiği ne midir?
Hutier'in savaş tecrübeleri, diğer ordular üzerine incelemeleri, ve bunları bir imbikten geçirmesi sonucu oluşturulmuş bu taktikler, aşama aşama zafer için tasarlanmıştır; savaş alanlarında ve askeri doktrinlerde, Ateş gücü ve Şok/Sürpriz unsuru ekollerinin erken dönem en önemli uygulamasıdır. Yani, o döneme kadar asker sayısı ve planlı ilerleme üzerine kurulu askeri doktrinler yerine, Hutier, kendi taktiklerini kısa dönemde şok ve sürpriz yaratarak, yüksek ateş gücü kullanımıyla düşman hatlarının delinmesini öngörmüştür, ve harpte bir milat yaratmıştır. Basit bir anlatımla, Şok gaz saldırısıyla destekli kısa ancak yoğun bir topçu bombardımanı ile başlayan saldırı, makinalı tüfekler, havanlar, el bombaları gibi hasar gücü yüksek silahlarla donatılmış "Yıldırım Orduları"(Sturmtruppen) askerlerinin, zaten bombardımana ve gaza maruz kalarak zayiat vermiş ve karışıklığa düşmüş düşmanın üzerine, düşmanın önceden tespit edilmiş zayıf noktalarından saldırarak, darbeyi maksimuma çıkarırlar, ve geriden gelen piyade birlikleri, önden yaratılan karmaşa ve zayiattan faydalanarak, ilerleme katederler.
Tarih sayfalarının yeterince anmadığı bir diğer kumandan da Paul von Lettow-Vorbeck'tir. Afrika'nın Yenilmez Gerillası Lettow-Vorbeck de bambaşka bir yazının konusudur.
4 Temmuz 2008 Cuma
" Non Pasaran ! "
Yukarıdaki resimde görmüş olduğunuz şehir ve çevresi, insanoğlunun kan tarlasıdır. Verdun'dan bahsediyoruz. Günümüzde Fransa'nın doğusunda ufak bir şehir. 1916 yılında, yine Fransa'nın doğusunda, Alsace-Lorraine'in Alman egemenliğinde olduğu dönemde Alman sınırına yakın 600.000 kişinin mezarı, 1 milyondan fazla adamın vücüdunda kalıcı yaralar bırakan, ve daha kat be kat fazla milyonların belleğinde ise ağır hasarlar bırakan yer.
İnsanoğlunun vahşileştiği ahir zamanların en vahşi görüntüsü. Başka hiçbir tekil savaş alanında, böylesine bir kıyım, iki grup insanın birbirini kestiği bir dehşet tablosu yaşanmadı. Kelimeler hafif kalacaktır bu cehennemi anlatabilmek için, zira "insani" değerler olarak adlandırılan ancak sadece "ideal insan"ı yansıtan değerlerin tuzla buz olduğu yerdir Verdun.
Günlerle hesap edilemeyecek kadar uzun süre boyunca susmaksızın gürleyen 600 küsür Alman ağır topçusu, şehrin içinde top ateşinde ve sıcak savaşta peynir ekmek gibi tükenen Fransız ihtiyat taburları, şehre bir daha dönmemecesine oluk oluk akan Alman tugayları ile 1 yıl süren bir katliam tablosu.
"NON PASARAN !" ise Verdun'a dair, "Geçit Yok!" anlamlı, kiminin Yüzüklerin Efendisi'nde grup Moria'da Balrog'a yakalanınca Gandalf'tan, kiminin de "Çanakkale Geçilmez"'den benzerlerini duymuş olduğu Fransız kahramanlık öykülerinin bir parçası savaş sloganıdır. Gerçekten de onca yığınağa, o güne dek tarihin gördüğü en korkutucu saldırılara rağmen Verdun geçilemedi. Ölenin yerine yenisi konuldu. Ve sonunda Verdun tarihçilerce, siper savaşının yarattığı kasaplık faaliyetinin en hazin örneği olarak sunuldu.
Verdun'un muzaffer komutanının hikayesi ise ayrı bir ironi konusudur. Bu hikayeyi yarına saklayacağım.
1 Temmuz 2008 Salı
Uçak Gemileri
Denizlerin fatihi muazzam yaratıklar, Uçak Gemileri...Bize ve askeriye/donanmamıza ancak Boğazlar'dan geçen eski bir Varyag(Çin tarafından satın alınarak götürülen ve kumarhaneye çevrilen eski Sovyet dönemi bir Ukrayna uçak gemisi) kadar yakın olabildiler. Ancak hava kuvvetleri maksimum öneme ve kapasiteye sahip olduğundan beri, yani bu da İkinci Dünya Savaşı yıllarına tekabül ediyor, denizlerin Şehinşah'ı kesinlikle bunlardır. Ne savaş gemileri, ne filolar, ne üç beş fırkateyn, kruvazör, destroyer bir arada bunlara karşı durabilir.
Japon Donanması'nın Alman sömürgesi Tsingtao'yu bombardımanı ve HMS Ark Royal ile başladı Birinci Dünya Harbi esnasında herşey. Ancak uçak teknolojisi henüz emekleme aşamasında olduğu için, bu dönemde kullanımı kısıtlı oldu.
Havada vızıldayanların sayısının, hızının, gücünün, dayanıklılığının ve bombardıman kapasitesinin artmasıyla beraber, uçak gemileri de denizlerin üzerindeki hanedanlarını kurmaya başladılar.
Sabit düşünceli donanmacılar ve deniz kurmayları, halen belli kalıplara takılı haldeydiler. Savaş gemileri, kruvazör ve destroyerlerle, yüksek ateş gücü ve manevra kabiliyeti ile denizlerde hakimiyetin elde edilebileceğini düşünürken, diğer yandan başka bir ekol de sinsi denizaltı savaşı konusunda uzmandı. Kimse tam olarak görebilmiş değildi uçak gemilerinin nelere kadir olduğunu. Kimse anlayabilmiş değildi torpido ve donanma bombardıman uçaklarının yaratabileceği tehlikelerin. Yine donanmalar uçak gemisi yapımını sürdürmüş ve bu konuda mesafe kat etmiş, bu gemileri kullanmış ise de, tam olarak haşmetlerinin idrakı zaman alacaktı.
Ta ki İkinci Dünya Savaşı'nın iki ayrı donanmasınca yapılan birkaç taarruzun devasa ve yıkıcı sonuçları görülene dek sürecekti bu idrak süreci...
Evvela, Britanya Akdeniz Filosu'nun uçak gemisi HMS Illustrious'un, ufak destek kuvveti dışında neredeyse tek başına, İtalyan donanmasının mevzilendiği Taranto'ya verdiği baskın çekti dikkatleri. HMS Illustrious'tan kalkan uçaklar, İtalyan donanmasının Caio Duilio da dahil onbinlerce tonluk en büyük gemilerini parça pincik ederken, Akdeniz için önemli bir güç olan İtalyan donanması tek taarruzda daha savaşın ilk yıllarında önemli ölçüde gücünü yitiriyordu.
Fakat sonra avlanan İngilizler oldu. Limanlarından çıktıktan bir süre sonra Japon uçak gemilerinden kalkan torpido bombardıman uçaklarının hücumuna hedef olan iki büyük İngiliz gemisi(Biri savaş gemişi, biri kruvazör), HMS Prince of Wales ve HMS Repulse, Japon Zeroları'nca birkaç on dakika içinde sulara gömüldü.
Bir yandan da muazzam Pearl Harbor saldırısının, Amerika'nın Pasifik donanmasına gizli gizli uçak gemileriyle yaklaşarak büyük ölçüde hasar verip, Japonlar'ın Pasifik'te yayılmasının sebebi de uçak gemileriydi.
İkinci Büyük Harp, ama en büyük harp, Amerikan, İngiliz, Japon uçak gemilerinin gövde gösterilerine sahip oldu ve sonraki safhalarda özellikle Japonlar, uçak gemilerini kaybetmelerinin cezasını Pasifik kontrolünü derece derece kaybetmekle ödediler.
Harpten sonra da bu gemiler, etkisini sürdürdü ve sayıları artırıldı. Falkland Savaşı, 1. ve 2. Körfez Savaşları gibi pek çok misyonda görev aldılar denizlerin kraliçeleri.
Japon Donanması'nın Alman sömürgesi Tsingtao'yu bombardımanı ve HMS Ark Royal ile başladı Birinci Dünya Harbi esnasında herşey. Ancak uçak teknolojisi henüz emekleme aşamasında olduğu için, bu dönemde kullanımı kısıtlı oldu.
Havada vızıldayanların sayısının, hızının, gücünün, dayanıklılığının ve bombardıman kapasitesinin artmasıyla beraber, uçak gemileri de denizlerin üzerindeki hanedanlarını kurmaya başladılar.
Sabit düşünceli donanmacılar ve deniz kurmayları, halen belli kalıplara takılı haldeydiler. Savaş gemileri, kruvazör ve destroyerlerle, yüksek ateş gücü ve manevra kabiliyeti ile denizlerde hakimiyetin elde edilebileceğini düşünürken, diğer yandan başka bir ekol de sinsi denizaltı savaşı konusunda uzmandı. Kimse tam olarak görebilmiş değildi uçak gemilerinin nelere kadir olduğunu. Kimse anlayabilmiş değildi torpido ve donanma bombardıman uçaklarının yaratabileceği tehlikelerin. Yine donanmalar uçak gemisi yapımını sürdürmüş ve bu konuda mesafe kat etmiş, bu gemileri kullanmış ise de, tam olarak haşmetlerinin idrakı zaman alacaktı.
Ta ki İkinci Dünya Savaşı'nın iki ayrı donanmasınca yapılan birkaç taarruzun devasa ve yıkıcı sonuçları görülene dek sürecekti bu idrak süreci...
Evvela, Britanya Akdeniz Filosu'nun uçak gemisi HMS Illustrious'un, ufak destek kuvveti dışında neredeyse tek başına, İtalyan donanmasının mevzilendiği Taranto'ya verdiği baskın çekti dikkatleri. HMS Illustrious'tan kalkan uçaklar, İtalyan donanmasının Caio Duilio da dahil onbinlerce tonluk en büyük gemilerini parça pincik ederken, Akdeniz için önemli bir güç olan İtalyan donanması tek taarruzda daha savaşın ilk yıllarında önemli ölçüde gücünü yitiriyordu.
Fakat sonra avlanan İngilizler oldu. Limanlarından çıktıktan bir süre sonra Japon uçak gemilerinden kalkan torpido bombardıman uçaklarının hücumuna hedef olan iki büyük İngiliz gemisi(Biri savaş gemişi, biri kruvazör), HMS Prince of Wales ve HMS Repulse, Japon Zeroları'nca birkaç on dakika içinde sulara gömüldü.
Bir yandan da muazzam Pearl Harbor saldırısının, Amerika'nın Pasifik donanmasına gizli gizli uçak gemileriyle yaklaşarak büyük ölçüde hasar verip, Japonlar'ın Pasifik'te yayılmasının sebebi de uçak gemileriydi.
İkinci Büyük Harp, ama en büyük harp, Amerikan, İngiliz, Japon uçak gemilerinin gövde gösterilerine sahip oldu ve sonraki safhalarda özellikle Japonlar, uçak gemilerini kaybetmelerinin cezasını Pasifik kontrolünü derece derece kaybetmekle ödediler.
Harpten sonra da bu gemiler, etkisini sürdürdü ve sayıları artırıldı. Falkland Savaşı, 1. ve 2. Körfez Savaşları gibi pek çok misyonda görev aldılar denizlerin kraliçeleri.
Ne Oldu Onlara - 4
Birincisini az buçuk hatırlar gibiyiz. Çünkü onu biraz sevmiştik. İkincisininse anca şeytan gördü yüzünü.
Kimler mi bunlar? Evet, biliyorsunuz, biliyoruz...Fatih Terim'in o meşhur basın toplantısında, müthiş İtalyan aksaniyle, Feliipıe ve Fabbiio Piintoo şeklinde cakalı cakalı telaffuz ettiği iki oyuncu. Felipe Jorge Loureiro ve Fabio Pinto. Galatasaray'ın 2002 yılında, çalkantılı mali sıkıntılarla dolu yıllardan sonra gelen aptal transferler dalgasının ilk iki üyesi, fahri başkanları, onur konukları.
Aslında sevmiştik Felipe'yi...Felipe-Arif ikilisi, Felipe'nin asistleri, teknik ve göze hoş gelen bol çalımlı halı saha futbolu. Bir o kadar da bencilliği ve tembelliği vardı ama. Ne koşar ne pres yapardı da, öyle bir adamdı, ne beklentilerle alınmıştı ki sanki? Sol kanattı Brezilya'da, geldi göbeğe monte ettiler. Birşeyler yapmaya çalıştıysa da, medyasıydı, Terim'in kişisel cinslikleriydi, göz göre göre gitti verilen bonservis bedeli de alınamadan. Bir ara sonradan yine parladı aslında, Brezilya milli takımında 2004'te Copa America'yı kazanan kadrodaydı, aktif olarak oynamasa bile. Ülkesinde dahi kırmızı kartlardan, cezalardan başını alamayan asi çocuk şimdi Katar'da Al Sadd takımında bedevilerle şeyhlerle göbek atıyor.
Fabio Pinto ise apayrı bir hikaye. Brezilya U-17 yıldızı, gol kralı, Sven Goran Eriksson'un geleceğin Top 10'i arasında Ronaldinho türevi adamlarla beraber gösterdiği, kimseciklerin keşfedemeyip de Galatasaray'ın keşfettiği(!) beceriksiz adam. En son haber, kendisinin Özbek Ligi'ne transfer olduğu yolunda. Aman diyim kımızı fazla kaçırmasın...Carrusca'nın ön modeli.
Halbuki Terim ne diyordu o meş'um basın toplantısında binbir çalımla: "Felipe'yi Fiorentina'dayken istedik, olmadı, Roma 15 milyon Euro verdi, pasaport problemi yüzünden olmadı vs. vs., Fabio Pinto ise çok başarılı, şöyle böyle yetenekli bir arkadaşımız..."
Bizden de ancak bu kadar "yetenek avcısı" çıkar
Etiketler:
Futbol,
Ne oldu onlara?
Ikarus
EURO 2008 - Mutlu Son ve En İyiler
Malumunuz yazın neşe kaynağımız olan turnuva bitti.Hakikaten de pozitif ve hücuma yönelik, bol paslı, bol varyasyonlu, yetenekleri öne çıkaran, göze hoş gelen futbolun üst düzey olduğu ve kazandığı, 2004 Grek ekolünü takip etmekte direnen bir kısım adi takımın ve Catenaccio'cuların defansif adetlere gün be gün daha çok bürünen Fransa'nın yıkık dökük ayrıldığı turnuvanın en iyi oyuncusu Xavi seçildi. Turnuvanın en iyi 23'ü ise UEFA tarafından, gruplarda elenen takımlar dikkate alınmayarak şu şekilde belirlendi:
Kaleci: Gianluigi BUFFON, Iker CASILLAS, Edwin VAN DER SAR
Savunma: José BOSINGWA, Philipp LAHM, Carlos MARCHENA, PEPE, Carles PUYOL, Yury ZHIRKOV
Orta Saha: Hamit ALTINTOP, Luka MODRIC, Marcos SENNA, XAVI, Konstantin ZYRYANOV, Michael BALLACK, Cesc FABREGAS, Andrés INIESTA, Lukas PODOLSKI, Wesley SNEIJDER
Forvet:Andrey ARSHAVIN, Roman PAVLYUCHENKO, Fernando TORRES, David VILLA
UEFA kanımca yine kısmen doğru bir liste yaparken, bazı açılardan da popülist yaklaşım belirlemiş. Fabregas mesela o listede olmak için ne yaptı? Daha hak eden futbolcular vardı sanki. Ramos'un olmaması tam facia. İlla Hırvat koyacaksanız Modric'in yerine Corluka giderdi.
Turnuvanın her maçını izleyen bir futbolsever olarak benim 11'im, hatta 23'üm şu şekildedir (Diğer blogcularla, futbolseverlerle epey örtüşmekte, zira aklın yolu bir):
Altın 11: Van Der Sar - Zhirkov, Puyol, Chiellini, Sergio Ramos- Senna, Xavi, Sneijder, Schweinsteiger - David Villa, Pavlyuchenko
Pavlyuchenko, her ne kadar zaman zaman fena kazmalaşsa da burada olmayı, maç boyu azmiyle, rakip defansları zorlamasıyla, her yönden müthiş şutlar çekebilmesiyle burada olmayı hak ediyor. Van Der Sar, yaptığı kritik kurtarışlarla, diğerlerine nazaran burada olmayı daha çok hak ediyor.. Chiellini, ilk maçtaki İtalyan defans sanatı faciasından sonra canavar gibi oynadı. Sergio Ramos, sağdan bindirmeleriyle olsun, muhteşem kademesiyle olsun en önde. Senna'yı anlatmaya gerek var mı bilmiyorum. Zaten Avrupa'da bir yıldız statüsünde olan Sneijder için ise efsaneleşme turnuvası oldu, ama erken bitti. Schweinsteiger kırmızı kartını ise nakavt turları performansıyla gani gani affettirdi, ancak ilk iki maç kayıpları oynamasaydı o da herhangi 11'in garanti adamıydı. Almanya'nın yıldız eksiği diyin durun daha. Arshavin'i ise buraya koyamayacağım. Tek maçla kral olunsaydı belki. Hollanda maçındaki muazzam performansı tartışılmaz ama yarı finalde bitikti ve ilk iki maçta oynamadı bile.
Altın 23'üm de şu şekildedir:
Kale : Edwin Van Der Sar, Gianluigi Buffon, Igor Akinfeev
Defans: Yury Zhirkov, Carles Puyol, Giorgio Chiellini, Sergio Ramos, Vedran Corluka, Giovanni Van Bronckhorst
Orta Saha: Xavi, Bastian Schweinsteiger, Andres Iniesta, David Silva, Marcos Senna, Wesley Sneijder, Hamit Altıntop, Arda Turan, Konstantin Zyryanov, Lukas Podolski
Forvet: Roman Pavlyuchenko, David Villa, Martin Harnik, Semih Şentürk
Kimi -zaten üst düzey olan- kalecilerin üstün performans gösterdiği bir turnuva oldu. Kimininse diplere vurduğu. Yukardaki 23'e koymadığım Iker Casillas'ı diğerlerine oranla fazla rahat bir turnuva geçirdiği için oraya layık göremedim. Yoksa kesinlikle başarılıydı. Bunun yanısıra grup maçlarında Polonya'nın Celtic'te oynayan kalecisi Artur Boruc'un, hele hele Avusturya maçındaki performansını gözardı etmemek gerek. Bunun yanında Volkan-Rüştü ikilimizin ve Petr Cech'in, yani A grubu kalecilerinin diplerde gezindiği bir turnuva oldu.
Bazı isimler özellikle çok çalıştı ve iyi işler yaptılar. Özellikle Zyryanov Rusya'da çalışkan ve üretken futboluyla çok iş yaptı. Ömer Üründül'ün de "bu çocuğa oynayın" diye yanıp bittiği Werder Bremen'in Avusturyalısı Martin Harnik sağ kanatın ileri ucunda teknik kapasitesiyle ve çabasıyla rakip kalelere gol atamasa da epey bir bela oldu rakip defanslara. Arda, yetenekleriyle genç bir lider ve ateşleyici hüviyetindeydi.
Dikkatlerden bir nebze kaçmış olan en önemli isimlerden birisi de Vedran Corluka. Manchester City'de oynayan bu müthiş savunma oyuncusu, hem sağda hem merkezde oynuyor ve hem defansif, hem ofansif güçleri yüksek bir oyuncu.
Hollanda'nın hikayesi ise en büyük hayal kırıklığı. Son yıllarda Arjantin-İspanya-Hollanda üçlüsünün turnuva hayal kırıklıkları perdesinde İspanya sonunda mutlu sona ulaşırken Hollanda en şaşırtan bir şekilde elendi. Hele o grup maçlarından sonra. Van Bronckhorst, Van Der Sar ve Sneijder sivrilen isimler. Grup maçlarında aksamayan Hollanda defansının kilitlerini Rusya açtı..Van Bronckhorst ise grup maçlarının iyilerindendi ve çizgiden gollük top çıkardıktan sonra 75 metre depar atıp gol asisti yaptığı pozisyon uzun yıllar hatırlanacak...
Bir diğer hazin vaka ise Portekiz'di. Ronaldo ve Simao Deco'ya iştirak edemeyince, önde de bitirici bir isim olmayınca, defans da yitip gidince Portekiz muvaffak olamadı çeyrek finalde. Bosingwa, 2006'ya göre epey kötü oynayan ve ofansif olarak hala iyiyken defansif yönleri gün be gün zayıflar görünen Lahm'a bindirip durduysa da olmadı.
Hayırlı olsun vatana millete aleme..
Kaleci: Gianluigi BUFFON, Iker CASILLAS, Edwin VAN DER SAR
Savunma: José BOSINGWA, Philipp LAHM, Carlos MARCHENA, PEPE, Carles PUYOL, Yury ZHIRKOV
Orta Saha: Hamit ALTINTOP, Luka MODRIC, Marcos SENNA, XAVI, Konstantin ZYRYANOV, Michael BALLACK, Cesc FABREGAS, Andrés INIESTA, Lukas PODOLSKI, Wesley SNEIJDER
Forvet:Andrey ARSHAVIN, Roman PAVLYUCHENKO, Fernando TORRES, David VILLA
UEFA kanımca yine kısmen doğru bir liste yaparken, bazı açılardan da popülist yaklaşım belirlemiş. Fabregas mesela o listede olmak için ne yaptı? Daha hak eden futbolcular vardı sanki. Ramos'un olmaması tam facia. İlla Hırvat koyacaksanız Modric'in yerine Corluka giderdi.
Turnuvanın her maçını izleyen bir futbolsever olarak benim 11'im, hatta 23'üm şu şekildedir (Diğer blogcularla, futbolseverlerle epey örtüşmekte, zira aklın yolu bir):
Altın 11: Van Der Sar - Zhirkov, Puyol, Chiellini, Sergio Ramos- Senna, Xavi, Sneijder, Schweinsteiger - David Villa, Pavlyuchenko
Pavlyuchenko, her ne kadar zaman zaman fena kazmalaşsa da burada olmayı, maç boyu azmiyle, rakip defansları zorlamasıyla, her yönden müthiş şutlar çekebilmesiyle burada olmayı hak ediyor. Van Der Sar, yaptığı kritik kurtarışlarla, diğerlerine nazaran burada olmayı daha çok hak ediyor.. Chiellini, ilk maçtaki İtalyan defans sanatı faciasından sonra canavar gibi oynadı. Sergio Ramos, sağdan bindirmeleriyle olsun, muhteşem kademesiyle olsun en önde. Senna'yı anlatmaya gerek var mı bilmiyorum. Zaten Avrupa'da bir yıldız statüsünde olan Sneijder için ise efsaneleşme turnuvası oldu, ama erken bitti. Schweinsteiger kırmızı kartını ise nakavt turları performansıyla gani gani affettirdi, ancak ilk iki maç kayıpları oynamasaydı o da herhangi 11'in garanti adamıydı. Almanya'nın yıldız eksiği diyin durun daha. Arshavin'i ise buraya koyamayacağım. Tek maçla kral olunsaydı belki. Hollanda maçındaki muazzam performansı tartışılmaz ama yarı finalde bitikti ve ilk iki maçta oynamadı bile.
Altın 23'üm de şu şekildedir:
Kale : Edwin Van Der Sar, Gianluigi Buffon, Igor Akinfeev
Defans: Yury Zhirkov, Carles Puyol, Giorgio Chiellini, Sergio Ramos, Vedran Corluka, Giovanni Van Bronckhorst
Orta Saha: Xavi, Bastian Schweinsteiger, Andres Iniesta, David Silva, Marcos Senna, Wesley Sneijder, Hamit Altıntop, Arda Turan, Konstantin Zyryanov, Lukas Podolski
Forvet: Roman Pavlyuchenko, David Villa, Martin Harnik, Semih Şentürk
Kimi -zaten üst düzey olan- kalecilerin üstün performans gösterdiği bir turnuva oldu. Kimininse diplere vurduğu. Yukardaki 23'e koymadığım Iker Casillas'ı diğerlerine oranla fazla rahat bir turnuva geçirdiği için oraya layık göremedim. Yoksa kesinlikle başarılıydı. Bunun yanısıra grup maçlarında Polonya'nın Celtic'te oynayan kalecisi Artur Boruc'un, hele hele Avusturya maçındaki performansını gözardı etmemek gerek. Bunun yanında Volkan-Rüştü ikilimizin ve Petr Cech'in, yani A grubu kalecilerinin diplerde gezindiği bir turnuva oldu.
Bazı isimler özellikle çok çalıştı ve iyi işler yaptılar. Özellikle Zyryanov Rusya'da çalışkan ve üretken futboluyla çok iş yaptı. Ömer Üründül'ün de "bu çocuğa oynayın" diye yanıp bittiği Werder Bremen'in Avusturyalısı Martin Harnik sağ kanatın ileri ucunda teknik kapasitesiyle ve çabasıyla rakip kalelere gol atamasa da epey bir bela oldu rakip defanslara. Arda, yetenekleriyle genç bir lider ve ateşleyici hüviyetindeydi.
Dikkatlerden bir nebze kaçmış olan en önemli isimlerden birisi de Vedran Corluka. Manchester City'de oynayan bu müthiş savunma oyuncusu, hem sağda hem merkezde oynuyor ve hem defansif, hem ofansif güçleri yüksek bir oyuncu.
Hollanda'nın hikayesi ise en büyük hayal kırıklığı. Son yıllarda Arjantin-İspanya-Hollanda üçlüsünün turnuva hayal kırıklıkları perdesinde İspanya sonunda mutlu sona ulaşırken Hollanda en şaşırtan bir şekilde elendi. Hele o grup maçlarından sonra. Van Bronckhorst, Van Der Sar ve Sneijder sivrilen isimler. Grup maçlarında aksamayan Hollanda defansının kilitlerini Rusya açtı..Van Bronckhorst ise grup maçlarının iyilerindendi ve çizgiden gollük top çıkardıktan sonra 75 metre depar atıp gol asisti yaptığı pozisyon uzun yıllar hatırlanacak...
Bir diğer hazin vaka ise Portekiz'di. Ronaldo ve Simao Deco'ya iştirak edemeyince, önde de bitirici bir isim olmayınca, defans da yitip gidince Portekiz muvaffak olamadı çeyrek finalde. Bosingwa, 2006'ya göre epey kötü oynayan ve ofansif olarak hala iyiyken defansif yönleri gün be gün zayıflar görünen Lahm'a bindirip durduysa da olmadı.
Hayırlı olsun vatana millete aleme..
26 Haziran 2008 Perşembe
Gecenin Menüsü - 2
1- MFÖ - Vurgun Yedim
2- Oasis - Little By Little
3- Republica - Ready To Go (Euro 2000 Official Song)
4- Alanis Morrisette & Sting - King of Pain
5- Sade - King of Sorrow
6- Dimitri from Paris - My Love Supreme
7- Erkan Oğur - Baran Yıldızı (Eşkıya Film Müziği)
8- Wes - Midiwa Boi (World Cup 1998 OST)
9- Antonio Carlos Jobim - Brazil
10- Transplants - Diamonds and Guns
Kupa dalgasına girdik çıkamıyoruz şarkılarda bile...
Etiketler:
Gecenin Menüsü,
Müzik
Basel'de Son Tango
Turnuvanın başından beri en güzel oyunumuzu sergiledik. Resmen ikinci 11'imizle kadroya çıkmamıza rağmen müthiş futbol ortaya koyduk. İlk yarıda Almanlar çaresizlikten kırılıyordu.
Ancak olmadı. Almanlar, kaleye 3 kez geldiler, 3 kez ağları buldular.
Sabri önderliğindeki(!) sağ kanadımız ve 15 senedir bir degaj yapmayı, bir de kalesinden gerekli gereksiz çıkmamayı öğrenemeyen Rüştü, genel olarak kötü performans çizmese de yumuşak karnımız defansın göbeği, defansta anlık bireysel hatalar yaptılar ve Almanlar az sayıda fırsatlarını iyi değerlendirdi.
Orta sahamız özellikle müthiş pas ve pres yaparak örnek bir futbol sergiledi.
Tıpkı eski Championship Manager maçlarındaymış gibi bir hissiyat yarattı, 5'le oynayan bizim kaleci, kaleye 20 şut 11'i hedefe, karşı takım ancak 3 şut hedefe, 3 gol, maçı kazanan karşı taraf... Son dakikada gol yemek de ayrı koyuyor tabi. Kaldı ki Hırvat olsam çeyrek finalde salya sümük ağlardım.
Maç sonrası UEFA resmi sitesinde efsanevi Fransız Milli Takım kaptanı Marcel Desailly konuşmuş:
"Üzgünüm, çünkü en iyi takım kazanamadı..."
Milli takımımıza tebrikler...2010'a umutla devam...
Ancak olmadı. Almanlar, kaleye 3 kez geldiler, 3 kez ağları buldular.
Sabri önderliğindeki(!) sağ kanadımız ve 15 senedir bir degaj yapmayı, bir de kalesinden gerekli gereksiz çıkmamayı öğrenemeyen Rüştü, genel olarak kötü performans çizmese de yumuşak karnımız defansın göbeği, defansta anlık bireysel hatalar yaptılar ve Almanlar az sayıda fırsatlarını iyi değerlendirdi.
Orta sahamız özellikle müthiş pas ve pres yaparak örnek bir futbol sergiledi.
Tıpkı eski Championship Manager maçlarındaymış gibi bir hissiyat yarattı, 5'le oynayan bizim kaleci, kaleye 20 şut 11'i hedefe, karşı takım ancak 3 şut hedefe, 3 gol, maçı kazanan karşı taraf... Son dakikada gol yemek de ayrı koyuyor tabi. Kaldı ki Hırvat olsam çeyrek finalde salya sümük ağlardım.
Maç sonrası UEFA resmi sitesinde efsanevi Fransız Milli Takım kaptanı Marcel Desailly konuşmuş:
"Üzgünüm, çünkü en iyi takım kazanamadı..."
Milli takımımıza tebrikler...2010'a umutla devam...
24 Haziran 2008 Salı
Gecenin Menüsü - 1
1- The Cranberries - Joe
2- Celine Dion - That's The Way It Is
3- Travis - Driftwood
4- Opeth - Hope Leaves
5- Radiohead & PJ Harvey - This Mess We're In
6- Thom Yorke & Björk - Unravel (Pocket Mix)
7- The Cardigans - Good Morning Joan
8- Moby - In This World
9- The Cranberries - Dying Inside
10- Eleni Karaindrou - The Weeping Meadow
2- Celine Dion - That's The Way It Is
3- Travis - Driftwood
4- Opeth - Hope Leaves
5- Radiohead & PJ Harvey - This Mess We're In
6- Thom Yorke & Björk - Unravel (Pocket Mix)
7- The Cardigans - Good Morning Joan
8- Moby - In This World
9- The Cranberries - Dying Inside
10- Eleni Karaindrou - The Weeping Meadow
Etiketler:
Gecenin Menüsü,
Müzik
22 Haziran 2008 Pazar
Rus Milli Takımı ve Rus Futbolu
Turnuva öncesi sürpriz flaş ekip olarak saydığım ekiplerden birisiydi Rus Milli Takımı. İspanya'nın farklı galibiyetinden sonra epey hayal kırıklığına uğradım ve onlara dair umutlarım söndü. Gerçekten çok kötü savunma yaptılar. Hiddink'in tercihlerinin de payı var bunda tabi(tecrübeli, UEFA sahibi, milli takımın gediklisi Ignashevich, veya Berezutskiy kardeşler varken Shirokov seçimi mesela), İspanya'nın oyununun da. İspanya biraz dalga geçmeye, laubalileşmeye başlayınca golü çaktılar.
Bizim spikerler, yorumcular konuşuyordu, yok Rusya genç takım çıkması zor vs. diye sürekli. Genç dedikleri takımın yaş ortalaması 19 değil bir kere. Ve bu takımın oyuncularından çoğu, müthiş Avrupa tecrübesine sahip oyuncular. Evvela, Rus Ligi nedense sıklıkla eziliyor sağda solda. Ancak Rus Ligi muhtemelen karapara aklama gibi amaçlarla da olsa, yağan Rus işadamı sermayeleri sayesinde son 6-7 senede önemli bir seviyeye yükseldi. Avrupa'nın pek çok liginden, ve Güney Amerika'dan pek çok kaliteli oyuncu akın akın buraya gelmeye başladı. O kadar ki, rağbetteki Güney Amerikalı yıldızları almak konusunda Avrupa'daki takımlardan yüksek paralar çıkmazken, Rus darphaneleri dolar basıyordu. Vagner Love,Daniel Carvalho, Fernando Cavenaghi vb. oyuncular bunların örneklerinin sadece bir kısmı. Hatırlayacaksınız, bir dönem de Portekizli akını oldu ve Porto'nun yarısı Rusya'ya gitti. Avrupa futbolunun önemli veteranlarını topladılar. Afrika uluslarının, eski Doğu Bloku ve Yugoslavya'nın pek çok milli oyuncusu dahi Rus Ligi'ne gitti. Bu sırada Rus futbolu, gerek kendi içinden, gerekse Doğu Avrupa'dan önemli yetenekler yetiştirdi. Sadece Ruslar da değil... (Örnek 1: Eski Spartak'lı Nemanja Vidic. Fazla söze gerek yok ; Örnek 2: Slovak oyuncu Thomas Skrtel...Eski Zenit'li stoper, Liverpool'da her maç 11'de oynuyor, Örnek 3: Eski Lokomotif'li Branislav Ivanovic,yeni Chelsea'ye transfer oldu. Vaka 4: Ivica Olic, Hamburg'da toz alıyor eski CSKA'lı). Hala bizimkiler de aşağılarcasına diyor ki, "Rus takımının Ivan Saenko dışında Rus Ligi'nde oynuyor"..Kendi iyi oyuncularına iyi paralar vererek takımlarında tutuyorlar ve yüksek bonservis talep ediyorlar. Ve 2004'te CSKA Moskova, 2008'de de Zenit St. Petersburg UEFA Kupası'nı kazandı. Spartak Moskova, Lokomotiv Moskova, FK Moskova, Dinamo Moskova gibi takımlar da iyi kadrolara sahipler ve Avrupa'da belli bir seviyedeler. Hatta onu geçtim, Rubin Kazan, Krylja Sovetov Samara, Tom Tomsk gibi orta sıra takımları bile büyük paralar harcıyorlar.
Ve bu takımların en iyi Rus oyuncuları milli takımda buluştu. Ayrıca, takım iskeletinin Zenit ve CSKA bazlı olduğunu düşünürsek bu oyuncuların çoğunun Avrupa turnuvaları tecrübesi yüksek seviyede, kupa görmüş, son derece yetenekli oyuncular. Zaten oynama şansı bulan diğer oyuncular da diğer Moskova takımlarından.
Daha bizim yorumcular, spikerler konuşsun dursunlar, "Arshavin bu turnuvada ortaya çıktı" gibisinden..Adam 3-4 senedir ortalığı sallıyor, bu sene de yeterince ortaya çıktı çıkacağı kadar. Zaten bir Avrupa yıldızı olarak geldi turnuvaya. Turnuvanın en iyi sol kulvar performansını veren Yury Zhirkov, veya başarılı kalecilik performansıyla Igor Akinfeev gibi isimler ise CSKA ile zamanında çoktan görücüye çıkmışlardı.
Yunanistan maçında iyilerdi, İsveç maçında "Geliyoruz" dediler ve toparladılar. Ancak kimse Hollanda'yı geçmelerini beklemiyordu...Gerçekten müthiş bir baskı, pres, tempo ve muntazam gol şansları ile Hollanda'yı "rahat yendiler"...
Bir yorum da Roman Pavlyuchenko ile ilgili. İsmini Rus Ligi'nde gol krallığıyla daha evvel duyurmuş olan ve turnuva boyunca bizim güzide yorumcularımızın "Ah, Pogrebnyak olacaktı ki" şeklindeki dolaylı tacizlerine maruz kalan Rus santrforu. Müthiş bir şut yeteneği, her yerden kaleye isabetli ve sert şutlarını füze gibi gönderebiliyor, bunun yanında teknik ve uzun boylu. Boyu 5 cm az olsa, heralde 2 gol daha atacaktı bu turnuvada, zira vuruş gücü fazla geliyor biraz..Kaç defa direğe patlattı, ya da direğin az üstünden dışarı attı. Bir de bütün bu meziyetlerinin yanında, bizim Ümit Karan'da da gördüğümüz(nedense aklıma geldi) kolay pozisyonları değerlendirememe gibi bir özelliği var.
Bu Rus altın jenerasyonu bu turnuvada olduğu gibi iyi teknik direktörlerce yönetilirse başka başarılar görmeye de gebe.
17 Haziran 2008 Salı
Domino Teorisi
Amerika'nın Vietnam'daki savaşının temel motivasyonlarından ve haklı çıkarma sebeplerinden birinin de "Domino Teorisi" olduğu söylenegelmiştir.
Nedir bu "Domino Teorisi"?
Domino taşları birbirinin üzerine düşerler. Tek bir domino taşı tek bir itişle harekete geçerek hizasındaki milyonlarca domino taşının düşmesine sebep olabilir.
Amerikanlar'ın Vietnam'a dair "Domino Teorisi" de aynı doğrultudadır. Eğer Vietnam "komünizmin pençesi" altına düşecek olursa, bölgedeki geri kalan ülkeler de aynı hizada Vietnam'ın düşüşünün etkisiyle "komünizm pençesi" altına düşeceklerdir.
Domino Teorisi Amerikan siyasi çevrelerince de açıkça dillendirilmiştir. Eisenhower 1954'te teoriyi "genel hatlarıyla" kamuoyuna açıklarken, 1956'da geleceğin başkanı Senatör JFK detaylandırarak diyor ki : " Burma, Tayland, Japonya, Filipinler ve bariz bir biçimde Laos ve Kamboçya, komünizmin kırmızı hattı Vietnam'ı kaplayacak olursa güvenliği tehdit altına düşecek olan ülkelerdendir..."
Savaşın bitmesi 20 yıl kadar bir süre aldı...Domino Teorisi bir komplo teorisi olmakla beraber asla gerçekleşmedi. Amerikan müdahalesi olmasa gerçekleşir miydi? Orası muamma. Vietnam ise halen "kağıt üstünde" komünist bir ülke.
Domino taşları devletlerden ve umarsız siyasilerden ziyade savaşa ve onun getirdiği yıkım, açlık, fakirlik gibi etkenlere kurban giden milyonlarca Vietnamlı'nın, binlerce Kamboç ve Laoslu'nun, bunun yanısıra daha az bir yoğunlukta da, emeklerinden çıkan maddiyat dünya refahını, hiç değilse kendi refahlarını artırması gerekirken şimdi varlığını kaybetmiş füzelere, mermilere, hurdaya ve traş bıçaklarına döndürülmüş uçak, tank ve gemilere giden Amerikan halkının üzerine yağdı.
İşte size gerçek "Domino Teorisi"
16 Haziran 2008 Pazartesi
Zeytindağı
Zeytindağı, Türk yazınının en önemli eserlerinden birisi...Bunun yanında her Türk'ün tarihlerini bilebilmek, 1. Dünya Savaşı esnasında Ortadoğu'da ne olup bittiğini görebilmek ve anlayabilmek için okuması gereken temel kitaplardan birisi.
1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'nun Kudüs'ün doğusunda Zeytin Dağı adı verilen tepede konumlanmış askeri karargahında Cemal Paşa'nın yanında görev yapan Falih Rıfkı Atay, akıcı ve soluk kesen bir anlatımla betimlerken, perde arkasında okuyucu, olaylarları direkt 1. kişi vasıtasıyla görüyor. Kitap, sadece savaş sahnelerinden ibaret değil. Bölgenin genel karakteri, savaş öncesi, savaş sırasında Araplar'ın Osmanlı İmparatorluğu'na karşı isyanı, Kanal-Sina-Filistin Cepheleri'nde gelişen olaylar ve çatışmalar, ve bunun yanında Cemal Paşa gibi tarihi öneme sahip bireyler de kitabın örgüsünde yerini bulan ögeler arasında.
Yer yer mübalağalı bir anlatıma yer veriyor izlenimi uyandırsa da, ünlü yazar Falih Rıfkı Atay'ın tarihi bizlere ilk elden aktaran bu eseri, edebiyatımızda, gerek içeriği, gerekse üslubu açısından apayrı bir yere sahip.
Eriyen Topçular - 1
Avrupa Futbolu son yıllarda öne çıkan ve dünyanın en iyileri kategorilerine giren genç yetenekler kadar aynı potansiyeli vaad eden, ancak yıllar içinde, hala belli ölçüde bir klasa ve prestije sahip olsalar da, beklentileri karşılayamayarak eriyen pek çok topçuyu da gördü.
Bunlardan birincisi, yukarıda Porto formasıyla görmüş olduğunuz Helder Postiga... Bugün 26 yaşını bulan ve dünkü İsviçre maçında kaçırdıklarıyla saç baş yolduran Helder Postiga, Portekiz 21 yaş altı klasmanlarında daha Cristiano Ronaldo, Nani ve muadilleri suya pu derken kaleleri bombalıyordu. Jose Mourinho Porto'nun başına geçtiğinde bu yeteneği başıboş bırakmayarak kadrosunda yer verdi ve Postiga genç yaşta patlama yaptı ve Porto kadrosunda Derlei ile beraber forvetin değişmez ismi oldu. İşte herşey bundan sonra başlıyor. Newcastle United ile beraber değişik ülkelerden topladığı oyunculara para saçıp onları oynatamamakla ünlü Tottenham Hotspur klubü kendisini milyonlarca euro dökerek transfer etti. Postiga Tottenham'da yapamadı ve Porto'ya tıpış tıpış dönerken, Porto'da bir daha asla eski performansını yakalayamadı, 2006'da St. Etienne, ve 2008 Panathinaikos kira serüvenlerinde de vasatın üzerine çıkamadı. Portekiz futbolunun Nuno Gomes'in yerine daha iyisini koyma hayalleri suya düştü. Postiga daha yeni Sporting Lizbon'a transfer oldu, ve burada diriliş arayacak...
İkincisi, her zaman overrated bir adam olduğunu düşündüğüm, ancak şu ankinden daha iyi durumda bir adam olacağını düşündüğüm Antonio Cassano... Roma'da şans buluyordu bulmasına, formunu yakaladığı zaman iyi de oynuyordu, ancak gerek disiplinsizliğiyle, gerekse şimarıklığıyla ve uyumsuzluğuyla Roma'da kontratı uzatılmadı ve Real Madrid'in klasikleşmiş transfer şovlarının bir parçası olarak Galacticos'a transfer oldu. Galacticos'da hiçbirşey yapamayan Cassano da, Sampdoria'daki kira serüveninde bir diriliş gösterdi, EURO 2008 için milli takıma seçildi(İlk Hollanda maçında sıfır etki ile oynayarak milli turnuva kariyerine felaket bir başlangıç yaptı) ve toptan Sampdoria'ya geçti...19 ve 21 yaşlarında iki kez İtalya'nın en iyi genç yeteneği seçilmiş biri için kariyeri yokuş aşağı ilerledi. Bu saatten sonra ne yapar, ne yapamaz, orası muamma, ancak hatırlayalım ki yıllar önce Trapattoni tarafından "İtalyan futbolunun geleceği" olarak nitelendirilen bu adamın gelmişinden geçmişinden geleceğinden birşey çıkacağını sanmıyorum.
15 Haziran 2008 Pazar
Phats & Small
Yukarıda gördüğünüz resimde 3 tane zibidi varmış gibi duruyor değil mi?
Herşey o kadar basit değil...
Phats & Small adlı güzide bir müzik grubu bu adamlar. Bir zaman popülarite endeksleri yüksekti. Şimdi yitip gittiler, ve bu grubu ve muadillerini hatırlayan kalmadı. Geçen gün radyoda duyup şimşekler çaktırmasa benim de aklıma dahi gelmezdi.
Power FM türü radyoların vakt-i zamanında en çok çaldığı, bizlerin de zevkle dinlediği September 99 Cover'ı ve Turn Around gibi 90'ların elektronik pop müzik kültürüne damga vuran önemli şarkıları yapan adamlar bunlar...
Israrla dinleyiniz, ısrarla paylaşım programınızdan bulmasını isteyiniz...Kopunuz, kopturunuz.
11 Haziran 2008 Çarşamba
Sükût-u Hayal
Kafanda saplantı haline getirmemeli birşeyleri.
Takmamalı...
Olmayacağını bile bile, olsa dahi iyi şeyler getirmeyeceğini bile bile...
Hatta olsa dahi sonrasında kendinin de istemeyeceğini, yapamayacağını bile bile...
-meli, -malı...Sanki kontrol sende gibi.
Evvelden olsa idi, belki irinini dışarı akıtabilirdin, ve rahatlardın.
Ancak, her şey öyle zor ki...Artık ?
İçimizde kalmışlara artı 1...
Yola devam...
İsteyerek, ya da istemeden...
Sessiz, sitemsiz...
Takmamalı...
Olmayacağını bile bile, olsa dahi iyi şeyler getirmeyeceğini bile bile...
Hatta olsa dahi sonrasında kendinin de istemeyeceğini, yapamayacağını bile bile...
-meli, -malı...Sanki kontrol sende gibi.
Evvelden olsa idi, belki irinini dışarı akıtabilirdin, ve rahatlardın.
Ancak, her şey öyle zor ki...Artık ?
İçimizde kalmışlara artı 1...
Yola devam...
İsteyerek, ya da istemeden...
Sessiz, sitemsiz...
10 Haziran 2008 Salı
Spiritualized
Spiritualized, Jason Pierce önderliğinde bir müzik grubu. Simply Red'deki Mick Hucknall gibi, grup her albümde Jason Pierce'ın istediği adamlardan kuruluyor.
Bu adamlar farklı bir ton...Uzay Müziği yapıyorlar resmen. 3'lü 4'lü vokal aynı anda, tınıların muhteşem uyumu ve resmen aynı şarkı içinde birbirinin içine geçmesi...
Hemen, acilen başlayınız, bir derin nefes çekiniz, Spiritualized'la listelerinizi doldurup, gevşemeye başlayınız...
Başlangıç için, Vanilla Sky filminin Soundtrack'inde de bulunan, "Ladies and Gentlemen, We Are Floating In Space"...
"Football At Its Best"
10-15 yıl sonra bir muhabbette lafı geçtiğinde diyeceğim ki, " o maçı ben de izledim"... Avusturya-Hırvatistan ve Almanya-Polonya maçları dışında çöplük olan EURO 2008'in en güzel maçı olması bir yana, bir süredir bu kadar soluk kesen bir futbol, böylesine makina gibi oynayan bir takım izlememiştim. Elindeki kumaşı zaten iyi olan Van Basten ekibi iyi hazırlamış.
Muhteşem bir hücum formasyonu...Van Nistelrooy, arkasında Van Der Vaart - Sneijder - Kuyt...Bu adamların yanında alternatif olarak bugün sakat olan Robben, Babel ve Van Persie. Van Nistelrooy'un yedeği Huntelaar. Avrupa milli takımları arasında bundan daha yüksek bir hücüm gücü zaten yok. Kaldı ki, yedekleri çıkarsan yine Avrupa'nın en iyi hücum gücü olabilir. Sneijder'e özel vurgu yapmak lazım burada kesinlikle. Ajax günlerinden de belli ettiği gibi, bu adam ayrı bir zeka, ayrı bir futbol beyni. İkinci goldeki vuruşu, o hız ve isabetle yapmak her babayiğidin harcı değil...
Hollanda, EURO 2008'in son derece bayık geçen ilk maçlarından sonra, bizi yeniden futbolun salt fizik gücü ve savunmaya dayalı olmadığı, golü at- yeme - üzerine yat mantığında gitmeyen ve bu doğrultuda modern futbol üretmeyen defansif formasyonlara dayalı olmadığı eski Total Futbol günlerine geri götürdü.
Hollanda'nın da çift ön liberosu vardı evet, Hollanda da bir ölçüye kadar günümüzün futboluyla paraleldi. Ama...Mücadele, yaratacılık, makina gibi oyun, uzun-direkt ve kısa, isabetli ve muntazam paslar, kanatlarda gerek defansif kademede, gerekse ofansta müthiş uyum ve gidiş-gelişler, ikinci yarıdaki kontrollü oyunda dahi sürekli gelen kontrataklar, akınlar... Her yönüyle harikaydı.
Van Bronckhorst çizgiden çıkardığı bir top, 1 gol ve 1 asistle nasıl bir adam olduğunu tekrar gösterdi. Rangers günlerinden beri, sonrasında da gerek Arsenal, gerek Barcelona'da, Bronckhorst hep "underrated" bir adam olmuştur. Tam bir görev adamıdır, kanadında işini temiz yapar. Ve Şampiyonlar Ligi, Premier Lig, La Liga, veya özetler vasıtasıyla izlediğim her 5 maçının 1'inde bir kaleden top çıkarmışlığını görmüşümdür. Yine, her zamanki gibi, işini temiz yaptı...
İtalya kesinlikle Cannavaro'yu aradı. Donadoni'nin seçenekleri arasında bende bir no'lu soru işaretini yaratan ise Ambrosini tercihiydi. Kullanılabilecek çok daha kuvvetli alternatifleri vardı. Ki İtalya yaratıcı oyuncu sıkıntısı yaşadı. Milan'ın orta sahasını almışsın toptan, Ambrosini-Pirlo-Gattuso. Ama orada Kaka var. İtalya'da kim var bu rolde? Kimse olmayınca Toni'ye top dahi gelmedi(Kaleciyle karşı karşıya kaçırdığı hariç). Kaldı ki senin tuhaf bir şekilde yedek kulübende bıraktığın Serie A'nın bir no'lu orta saha oyuncusu De Rossi var...Ambrosini'nin kullanılıp da Perrotta-De Rossi ikilisinin kazığa çakılmasını anlamak, anlatmak mümkün değil. Ki Camoranesi ve Di Natale de nal topladı. Cassano ise tek maç üzerinden at gözlüklü yorumu yapacak kimselere "Bu adam bitmiş" dedirtircesine oynadı... Son olarak ise, Nesta bu kadroda neden yok? Milli takımdan emekli olmadı ama kendi isteğiyle evliliği nedeniyle 2007'de iki maçta kadroya çağrılmak istemediğinden beri kadroya alınmamış. Her ne olursa olsun, Cannavaro-Nesta ikilisi, Materazzi - Barzagli ikilisine kıyas kabul etmezdi. Velhasıl, hiç değilse ofansif zenginliği artırmak için, bekte Panucci'yi kullanmak yerine sağda Zambrotta solda Grosso kullanılamaz mıydı? Ki Donadoni sonradan onu yaptı zaten...
İtalya'nın ve Catenaccio'nun bozgunu...Hollanda'nın ve göze hoş gelen güzel futbolun, "modern" futbola karşı mağrur zaferi...
Muhteşem bir hücum formasyonu...Van Nistelrooy, arkasında Van Der Vaart - Sneijder - Kuyt...Bu adamların yanında alternatif olarak bugün sakat olan Robben, Babel ve Van Persie. Van Nistelrooy'un yedeği Huntelaar. Avrupa milli takımları arasında bundan daha yüksek bir hücüm gücü zaten yok. Kaldı ki, yedekleri çıkarsan yine Avrupa'nın en iyi hücum gücü olabilir. Sneijder'e özel vurgu yapmak lazım burada kesinlikle. Ajax günlerinden de belli ettiği gibi, bu adam ayrı bir zeka, ayrı bir futbol beyni. İkinci goldeki vuruşu, o hız ve isabetle yapmak her babayiğidin harcı değil...
Hollanda, EURO 2008'in son derece bayık geçen ilk maçlarından sonra, bizi yeniden futbolun salt fizik gücü ve savunmaya dayalı olmadığı, golü at- yeme - üzerine yat mantığında gitmeyen ve bu doğrultuda modern futbol üretmeyen defansif formasyonlara dayalı olmadığı eski Total Futbol günlerine geri götürdü.
Hollanda'nın da çift ön liberosu vardı evet, Hollanda da bir ölçüye kadar günümüzün futboluyla paraleldi. Ama...Mücadele, yaratacılık, makina gibi oyun, uzun-direkt ve kısa, isabetli ve muntazam paslar, kanatlarda gerek defansif kademede, gerekse ofansta müthiş uyum ve gidiş-gelişler, ikinci yarıdaki kontrollü oyunda dahi sürekli gelen kontrataklar, akınlar... Her yönüyle harikaydı.
Van Bronckhorst çizgiden çıkardığı bir top, 1 gol ve 1 asistle nasıl bir adam olduğunu tekrar gösterdi. Rangers günlerinden beri, sonrasında da gerek Arsenal, gerek Barcelona'da, Bronckhorst hep "underrated" bir adam olmuştur. Tam bir görev adamıdır, kanadında işini temiz yapar. Ve Şampiyonlar Ligi, Premier Lig, La Liga, veya özetler vasıtasıyla izlediğim her 5 maçının 1'inde bir kaleden top çıkarmışlığını görmüşümdür. Yine, her zamanki gibi, işini temiz yaptı...
İtalya kesinlikle Cannavaro'yu aradı. Donadoni'nin seçenekleri arasında bende bir no'lu soru işaretini yaratan ise Ambrosini tercihiydi. Kullanılabilecek çok daha kuvvetli alternatifleri vardı. Ki İtalya yaratıcı oyuncu sıkıntısı yaşadı. Milan'ın orta sahasını almışsın toptan, Ambrosini-Pirlo-Gattuso. Ama orada Kaka var. İtalya'da kim var bu rolde? Kimse olmayınca Toni'ye top dahi gelmedi(Kaleciyle karşı karşıya kaçırdığı hariç). Kaldı ki senin tuhaf bir şekilde yedek kulübende bıraktığın Serie A'nın bir no'lu orta saha oyuncusu De Rossi var...Ambrosini'nin kullanılıp da Perrotta-De Rossi ikilisinin kazığa çakılmasını anlamak, anlatmak mümkün değil. Ki Camoranesi ve Di Natale de nal topladı. Cassano ise tek maç üzerinden at gözlüklü yorumu yapacak kimselere "Bu adam bitmiş" dedirtircesine oynadı... Son olarak ise, Nesta bu kadroda neden yok? Milli takımdan emekli olmadı ama kendi isteğiyle evliliği nedeniyle 2007'de iki maçta kadroya çağrılmak istemediğinden beri kadroya alınmamış. Her ne olursa olsun, Cannavaro-Nesta ikilisi, Materazzi - Barzagli ikilisine kıyas kabul etmezdi. Velhasıl, hiç değilse ofansif zenginliği artırmak için, bekte Panucci'yi kullanmak yerine sağda Zambrotta solda Grosso kullanılamaz mıydı? Ki Donadoni sonradan onu yaptı zaten...
İtalya'nın ve Catenaccio'nun bozgunu...Hollanda'nın ve göze hoş gelen güzel futbolun, "modern" futbola karşı mağrur zaferi...
6 Haziran 2008 Cuma
Nizip Savaşı : Bir Garabet Masalı
Senelerden 1839'da, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki ordu ile Osmanlı ordusu çarpışır. Öncesi uzun hikayedir de, sonrası tarihin dedikodularına göre haberi duyan Padişah 2. Mahmut kalp krizi geçirip hakkın rahmetine kavuşur. İbrahim Paşa batıya doğru ilerlemesini sürdürür, Osmanlı Ordusu'nu ikinci kez Kütahya'da yenmek ve devrin büyük devletlerince "hop" denilip payitahta doğru ilerlemek üzere.
Geleceğin ünlü Alman mareşali, 1866 7 Hafta Savaşı ve 1870-71 Fransa-Prusya savaşının muzaffer kumandanı Helmuth von Moltke Nizip Savaşı esnasında Osmanlı Ordusu'nda gözlemci ve danışman olarak görev yapmaktadır.
Nizip'te Osmanlı Ordusu konumlanmış durumdayken, İbrahim Paşa'nın ordusu yeni yeni alanda mevzilenmektedir. Günlerden Perşembe'dir. Danışman Moltke, evvela düşman toparlanmadan saldırıp işi bitirmeyi ve o planın ertesinde de Osmanlı komutanlarına bir gece baskınıyla sürpriz unsuru yaratarak mağlup etmeyi öngören planlar sunar. Komutanlar her ikisini de reddeder. Zira, "Düşman toparlanmadan ve geceleyin, hele bir baskınla saldırmak Osmanlı'nın şanına yakışmayacaktır".
Cuma günü geldiğinde İbrahim Paşa'nın ordusu halen tam anlamıyla toparlanmamıştır. Moltke saldırılması gerektiğini vurgular. Ancak, "Cuma mübarek gündür"...
Cumartesi günü saldırıya geçen İbrahim Paşa'nın ordusu, Osmanlı Ordusu'nu Nizip'te ağır bir bozguna uğratır...
Geleceğin ünlü Alman mareşali, 1866 7 Hafta Savaşı ve 1870-71 Fransa-Prusya savaşının muzaffer kumandanı Helmuth von Moltke Nizip Savaşı esnasında Osmanlı Ordusu'nda gözlemci ve danışman olarak görev yapmaktadır.
Nizip'te Osmanlı Ordusu konumlanmış durumdayken, İbrahim Paşa'nın ordusu yeni yeni alanda mevzilenmektedir. Günlerden Perşembe'dir. Danışman Moltke, evvela düşman toparlanmadan saldırıp işi bitirmeyi ve o planın ertesinde de Osmanlı komutanlarına bir gece baskınıyla sürpriz unsuru yaratarak mağlup etmeyi öngören planlar sunar. Komutanlar her ikisini de reddeder. Zira, "Düşman toparlanmadan ve geceleyin, hele bir baskınla saldırmak Osmanlı'nın şanına yakışmayacaktır".
Cuma günü geldiğinde İbrahim Paşa'nın ordusu halen tam anlamıyla toparlanmamıştır. Moltke saldırılması gerektiğini vurgular. Ancak, "Cuma mübarek gündür"...
Cumartesi günü saldırıya geçen İbrahim Paşa'nın ordusu, Osmanlı Ordusu'nu Nizip'te ağır bir bozguna uğratır...
26 Mayıs 2008 Pazartesi
Bir Kaos Öyküsü
Balkanlar...
Kafkaslar...
Ortadoğu...
Kuzey Afrika...
Din, dil, kültür, yaşam, varlık vb. unsurlarda ortaklık sahibi olmayan bu üç yörenin ortak özellikleri nelerdir?
1- Her biri eski Osmanlı coğrafyasının temel parçalarıdır.
2- Her biri sürekli problem ve sorun bölgesidir.
3- Hiçbirinde mevcut sorunlara çözüm bulunamamıştır.
4- Her biri Osmanlı hakimiyetinin sonlanış tarihinden itibaren kaosa boğulmuştur.
Her ne kadar Osmanlı medeniyeti Anadolu'ya bir taş katmamış, bir ağaç ekmemiş, bir mum yakmamış olsa da, Osmanlı İmparatorluğu'nun gelirlerinin önemli bir bölümü özellikle Balkanlar ve Ortadoğu şehirlerinin imarına gitmiştir.
Balkanlar, Kafkaslar ve Kuzey Afrika 19. yüzyılda, Ortadoğu ise 20. yüzyılda Osmanlı reayasından çıkmış...
Osmanlı döneminde belki de dünyada ilk kez, değişik dilleri konuşan, değişik dinlere inanan, farklı kültür ve yaşama sahip insanlar, bu kadar iç içe, her ne kadar zaman zaman sertleşmeler olsa da, olabilecek en yüksek huzur seviyesi içinde yaşadı?
Osmanlı'dan kopabilmek için savaşan, yahut bu kopuşa ses çıkarmayan bu halklardan hangi biri...
Hangisi huzura ermiş?
1830'da Fransa hegemonyasına giren Cezayir'de 1950 ve 60'larda kaç milyon insan öldü bilir misiniz?
1881'de Fransa kolonizasyonuna düşen kaç yüz bin Tunuslu kendi savaşları olmayan bir savaşa yollandı?
1912'de İtalyanlar'a düşen Libya nasıl savaş alanına döndü? Günümüzde Kaddafi adlı vahşiyi başa getiren konjonktürü yaratanlar kimlerdir? Trablusgarp'ta İtalyanlar'ı destekleyen Sunusi Şeyhi ve sonraki Libya Kralı Seyyid Muhammed Idris nasıl ve neden 1. Dünya Harbi'nde İtalyanlar'a karşı dönüverdi?
1947 yılında İsrail'in kuruluşu nasıl vukuu bulmuştur? Siyonizmin en doruktaki zaferi olarak addedilen 1917 Balfour Deklarasyonu nasıl çıkarıldı? Asla bitmeyecek bir kan banyosu ve cehennem bölgesinin oluşumunun müsebbibleri kimlerdir?
Bağımsızlık vaadiyle, daha doğrusu kese kese altınla isyana sürülen Araplar'ın sonu ne oldu? Irak bugün nerede? Suudi Arabistan halkına işkence çektiren Suud familyası nasıl geldi? Baş İngiliz destekçisi Şeyh Hüseyin'in sonu nice oldu?
Yugoslavya nasıl parça pincik edildi? O yetmedi Karadağ, Kosova şeklinde zincir nasıl uzadı? Bosna'da şarapnel izni binayı, Hersek'te yıkılan köprüyü tahayyül edebilir misiniz? Osmanlı'da önem sahibi olan Makedonya'da fakirliğin tavan noktasını düşünebilir misiniz? Balkanlar, Osmanlı çekilip gitti gideli kaç savaş gördü, kan kaçtır durmadı bilir misiniz?
Bir sayalım mı dersiniz...Sırf sıcak savaşları sayacak olsak, tarihin donup kalışı başlayacaktır.
Yunanistan Kralları'nı bilir misiniz? Hani şu Alman ve Danimarka Prensleri'nin soyunu... Bilir misiniz Yunanistan nasıl kandırıldı yıllardır, ve nasıl kandırılıyor, Türkiye ile beraber? Asia Minor hayalini ve çöküşünde kandırılan Yunanlılar'ın çığlıklarını duyar gibi misiniz?
Gürcistan'da dönen oyunları, Rus mezalimi altında yok edilen ve kaçışan Kafkas'ın sarı saçlı yiğitlerini, Karabağ'da ölenleri bilir misiniz?
Bütün bunları bilirseniz üzülmez misiniz?
Osmanlı'nın girişimi bir ütopyadır. Modern dünyada dahi zor cesaret edilecek ve başarılamayan bir ütopya. Bu ütopyanın başarılı veya başarısız bir denemesini yaptığı için fatura Osmanlı'ya çıkartılırken, insanoğlunun bir arada yaşama yeteneğinden yoksun olduğu gerçeğini gözler önüne serer yaşananlar. Bu "ütopya"ya ayrı bir yazıda değinmek istiyorum
Şüphesiz ki, pek çoğunun çöldeki cesetin üzerine konmak için hevesle ve hınçla havada daireler çizen akbabalar gibi beklemiş olduğu ve en sonunda da cesedi paylaşmaya çullandığı Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışı, sırf akbabaların arasında sürtüşmeye yol açmamış, ardında yeni bir kaos coğrafyası doğurmuştur.
Asla yangınları söndürülemeyecek olan bir kaos coğrafyası...
Kafkaslar...
Ortadoğu...
Kuzey Afrika...
Din, dil, kültür, yaşam, varlık vb. unsurlarda ortaklık sahibi olmayan bu üç yörenin ortak özellikleri nelerdir?
1- Her biri eski Osmanlı coğrafyasının temel parçalarıdır.
2- Her biri sürekli problem ve sorun bölgesidir.
3- Hiçbirinde mevcut sorunlara çözüm bulunamamıştır.
4- Her biri Osmanlı hakimiyetinin sonlanış tarihinden itibaren kaosa boğulmuştur.
Her ne kadar Osmanlı medeniyeti Anadolu'ya bir taş katmamış, bir ağaç ekmemiş, bir mum yakmamış olsa da, Osmanlı İmparatorluğu'nun gelirlerinin önemli bir bölümü özellikle Balkanlar ve Ortadoğu şehirlerinin imarına gitmiştir.
Balkanlar, Kafkaslar ve Kuzey Afrika 19. yüzyılda, Ortadoğu ise 20. yüzyılda Osmanlı reayasından çıkmış...
Osmanlı döneminde belki de dünyada ilk kez, değişik dilleri konuşan, değişik dinlere inanan, farklı kültür ve yaşama sahip insanlar, bu kadar iç içe, her ne kadar zaman zaman sertleşmeler olsa da, olabilecek en yüksek huzur seviyesi içinde yaşadı?
Osmanlı'dan kopabilmek için savaşan, yahut bu kopuşa ses çıkarmayan bu halklardan hangi biri...
Hangisi huzura ermiş?
1830'da Fransa hegemonyasına giren Cezayir'de 1950 ve 60'larda kaç milyon insan öldü bilir misiniz?
1881'de Fransa kolonizasyonuna düşen kaç yüz bin Tunuslu kendi savaşları olmayan bir savaşa yollandı?
1912'de İtalyanlar'a düşen Libya nasıl savaş alanına döndü? Günümüzde Kaddafi adlı vahşiyi başa getiren konjonktürü yaratanlar kimlerdir? Trablusgarp'ta İtalyanlar'ı destekleyen Sunusi Şeyhi ve sonraki Libya Kralı Seyyid Muhammed Idris nasıl ve neden 1. Dünya Harbi'nde İtalyanlar'a karşı dönüverdi?
1947 yılında İsrail'in kuruluşu nasıl vukuu bulmuştur? Siyonizmin en doruktaki zaferi olarak addedilen 1917 Balfour Deklarasyonu nasıl çıkarıldı? Asla bitmeyecek bir kan banyosu ve cehennem bölgesinin oluşumunun müsebbibleri kimlerdir?
Bağımsızlık vaadiyle, daha doğrusu kese kese altınla isyana sürülen Araplar'ın sonu ne oldu? Irak bugün nerede? Suudi Arabistan halkına işkence çektiren Suud familyası nasıl geldi? Baş İngiliz destekçisi Şeyh Hüseyin'in sonu nice oldu?
Yugoslavya nasıl parça pincik edildi? O yetmedi Karadağ, Kosova şeklinde zincir nasıl uzadı? Bosna'da şarapnel izni binayı, Hersek'te yıkılan köprüyü tahayyül edebilir misiniz? Osmanlı'da önem sahibi olan Makedonya'da fakirliğin tavan noktasını düşünebilir misiniz? Balkanlar, Osmanlı çekilip gitti gideli kaç savaş gördü, kan kaçtır durmadı bilir misiniz?
Bir sayalım mı dersiniz...Sırf sıcak savaşları sayacak olsak, tarihin donup kalışı başlayacaktır.
Yunanistan Kralları'nı bilir misiniz? Hani şu Alman ve Danimarka Prensleri'nin soyunu... Bilir misiniz Yunanistan nasıl kandırıldı yıllardır, ve nasıl kandırılıyor, Türkiye ile beraber? Asia Minor hayalini ve çöküşünde kandırılan Yunanlılar'ın çığlıklarını duyar gibi misiniz?
Gürcistan'da dönen oyunları, Rus mezalimi altında yok edilen ve kaçışan Kafkas'ın sarı saçlı yiğitlerini, Karabağ'da ölenleri bilir misiniz?
Bütün bunları bilirseniz üzülmez misiniz?
Osmanlı'nın girişimi bir ütopyadır. Modern dünyada dahi zor cesaret edilecek ve başarılamayan bir ütopya. Bu ütopyanın başarılı veya başarısız bir denemesini yaptığı için fatura Osmanlı'ya çıkartılırken, insanoğlunun bir arada yaşama yeteneğinden yoksun olduğu gerçeğini gözler önüne serer yaşananlar. Bu "ütopya"ya ayrı bir yazıda değinmek istiyorum
Şüphesiz ki, pek çoğunun çöldeki cesetin üzerine konmak için hevesle ve hınçla havada daireler çizen akbabalar gibi beklemiş olduğu ve en sonunda da cesedi paylaşmaya çullandığı Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışı, sırf akbabaların arasında sürtüşmeye yol açmamış, ardında yeni bir kaos coğrafyası doğurmuştur.
Asla yangınları söndürülemeyecek olan bir kaos coğrafyası...
Muhasebe
Yıl sonu hesap defterlerini çıkartıp, gelir/gideri tutturmak, gireni çıkanı denkleştirmek, artıyı eksiyi bulmak görmek her muhasebecinin en büyük kabusudur.
Düşünüyorum ve sanıyorum, yahut yer yer okuyup duyuyorum da, 60-70'lere gelip bu hesabı yapmak, her bireyin en zor muhasebesidir.
Bir yandan da, insan girdileri hatırlayamaz, karını yettiğince hesap edemez, mevcudu da harcamıştır, ancak çıktılar yer eder, zarar en yüksek kurdan hesaplanır.
Bu muhasebeyi yapmaya ihtiyaç, daha doğrusu fırsat kalmayan bir yaşam ümit ediyorum. Yeterince kısa, yeterince uzun. Her ikisi de, ama hiçbiri.
20 Nisan 2008 Pazar
Kamu Hizmeti
Kamu hizmeti... İdarenin yani devletin varlık sebeplerinin önde gelen nedenlerinden birisidir. Yürütülmesinde kamu yararı, yani toplumsal fayda olan herhangi bir hizmetin idarece kurulması, yönetilmesi ve sürdürülmesidir.
Otobüse biniyorsunuz, elektrik, su ve doğalgaz hizmetlerinden faydalanıyorsunuz, devlet tiyatrosuna gidiyorsunuz, kendinizi nüfusa kaydettiriyorsunuz, hatta tüccar oldunuz, devlete ait bir fabrikadan demir satın alıyorsunuz, iplik satın alıyorsunuz. Hayatınızın her alanında kamu hizmeti...
Devlet bunların tümünü etkin ve yeterli biçimde yere getirdiği sürece sorun yok.
Ancak...
1- Devletin kamu hizmetlerinde ne derece etkin olduğu Türkiye standartlarında tam bir kaos halinde. Her birimiz, her gün, her tür hizmetin yürüyüşüne lanet ederek dakikalarımızı geçiriyoruz. Kalkmayan otobüsler, tıkanan metro hatları, hatalı faturalar, iptal edilen kültür-sanat faaliyetleri..Olmayan kamu hizmetleri. Çalışmayan idare...Çürük idari yargı.
2- Kamu hizmetleri devlet denetimi altında özel kişilere de gördürülebiliyor...Türkiye'de bunun için müthiş usuller ve bu usullerin inanılmaz uygulamaları mevcut. Kendimizi fakirleştirmek, kendimizi kazıklattırmak için başvurulmadık çare yok. İşi kitabına uydurmak kolay, niyet olduktan sonra. Niyetlisi de çok, kaymağını yiyen de. İmtiyaz usulleri, yap-işlet, yap-işlet-devret, özelleştirme usulleri adları altında, kimlere neler peşkeş çekildi, devlet nasıl zarar ettirildi, halkın cebinden çıkanlar gün be gün nasıl arttı...İşini bilen kimi memurumuz, bürokratımız, ve girişimi yapan göbekli, takım elbiseli, purolu, yerli-yabancı "girişimciler" harika işler becerdiler...
Layık olduğunca yönetilen bu millete de bu reva...Peh!
Otobüse biniyorsunuz, elektrik, su ve doğalgaz hizmetlerinden faydalanıyorsunuz, devlet tiyatrosuna gidiyorsunuz, kendinizi nüfusa kaydettiriyorsunuz, hatta tüccar oldunuz, devlete ait bir fabrikadan demir satın alıyorsunuz, iplik satın alıyorsunuz. Hayatınızın her alanında kamu hizmeti...
Devlet bunların tümünü etkin ve yeterli biçimde yere getirdiği sürece sorun yok.
Ancak...
1- Devletin kamu hizmetlerinde ne derece etkin olduğu Türkiye standartlarında tam bir kaos halinde. Her birimiz, her gün, her tür hizmetin yürüyüşüne lanet ederek dakikalarımızı geçiriyoruz. Kalkmayan otobüsler, tıkanan metro hatları, hatalı faturalar, iptal edilen kültür-sanat faaliyetleri..Olmayan kamu hizmetleri. Çalışmayan idare...Çürük idari yargı.
2- Kamu hizmetleri devlet denetimi altında özel kişilere de gördürülebiliyor...Türkiye'de bunun için müthiş usuller ve bu usullerin inanılmaz uygulamaları mevcut. Kendimizi fakirleştirmek, kendimizi kazıklattırmak için başvurulmadık çare yok. İşi kitabına uydurmak kolay, niyet olduktan sonra. Niyetlisi de çok, kaymağını yiyen de. İmtiyaz usulleri, yap-işlet, yap-işlet-devret, özelleştirme usulleri adları altında, kimlere neler peşkeş çekildi, devlet nasıl zarar ettirildi, halkın cebinden çıkanlar gün be gün nasıl arttı...İşini bilen kimi memurumuz, bürokratımız, ve girişimi yapan göbekli, takım elbiseli, purolu, yerli-yabancı "girişimciler" harika işler becerdiler...
Layık olduğunca yönetilen bu millete de bu reva...Peh!
Legendarium
Ne düşünmüşlerdi Gondolindrim kötülük, iyi sanılanın ihaneti sonucu çöktüğünde...
Ne düşünmüştü Nargothrond halkı kendilerinden olmayanın laneti üzerlerine geldiğinde...
Ne düşündüler Feanor oğulları üç taşın hırsı uğruna akrabalarına kıydıklarında...
Ne kurdu kafasında Doriath'ın Yüce Gri Kralı uzun yıllar boyunca görüp geçirdikten sonra...
Sürükleyen neydi hepsini, doğal olan sürekli huzur ve barış varken hepsini...
Açlık ? Macera hissi ?
Tolkien'in dünyası, hayatın ta kendisinden farklı değil...
Ne düşünmüştü Nargothrond halkı kendilerinden olmayanın laneti üzerlerine geldiğinde...
Ne düşündüler Feanor oğulları üç taşın hırsı uğruna akrabalarına kıydıklarında...
Ne kurdu kafasında Doriath'ın Yüce Gri Kralı uzun yıllar boyunca görüp geçirdikten sonra...
Sürükleyen neydi hepsini, doğal olan sürekli huzur ve barış varken hepsini...
Açlık ? Macera hissi ?
Tolkien'in dünyası, hayatın ta kendisinden farklı değil...
6 Nisan 2008 Pazar
Ne Oldu Onlara -3
Bavyera'nın bağrından kopup gelmiş gencecik bir hücumcu idi o...Berkant Göktan !
Yıllarca gazetelerimizin spor sayfalarını süsledi. Bayern Münih'in altyapısında her maç hat-trick yaptığına dair haberler yazılıp çizildi. Türk futbolunun Almanya'dan kopup gelen yeni umudu oldu.
Altyapısında harikalar yarattığı Bayern Münih'te bir türlü A takıma çıkamadı da, en sonunda yolu Türkiye'ye düştü. Ve hala gençti Galatasaray tarafından büyük umutlarla transfer edildiğinde. Galatasaray kadrosunun iskeletinin çöktüğü 2000-2001 sezonunun bitiminde, Berkant gibilerin Galatasaray'ın yeni lokomotifi olacağı düşünülüyordu.
Lokomotif hayali biraz bizim hızlı tren projesi gibi çıktı, ve Berkant bir türlü beklenen yıldız olamadı Galatasaray'daki 3 yılı içinde. Zaman zaman, özellikle Lucescu dönemindeki kadro darlığında şans buldu. Hatta orta sahada denendi.
Ama olmadı. Seneler geçti, Berkant gelişmedi. Ve en son Demirören'in, Beşiktaş'ın "diğer büyüklerin çöplerini toplama hizmeti" görmesini öngören müthiş projesi doğrultusunda Beşiktaş'a getirildi, yine umutlarla. Beşiktaş'ta hiç şans bulamadı.
Ve Türk futbolunun Semih'le beraber diğer bir "genci" olan Berkant Türk futbolundan ve medyadan silindi.
Bir daha haber alınamadı Berkant'tan.
Şu anda ise Bavyera'ya geri dönmüş, Alman 2. Ligi'nde Bayern'in ezeli rakibi 1860 Münih'te, golcü kimliğini bulmuş ve gol de atıyormuş...
5 Nisan 2008 Cumartesi
Ne oldu onlara - 2
Tanıdık geldi mi yüzler? Evet, Karpatlar'ın çekik gözlüsü Adrian Ilie ve boyuna geniş kafalı ve uzun saçlı Iulian Filipescu...Galatasaray'da Romen modasının Rotariu'lu dönemden sonra tekrardan başladığı 90'lı yılların ikinci yarısında gelen ilk Romen futbolcular...
Galatasaray'da fazla durmadılar. 1,5-2 sene ancak durdu her ikisi de, çünkü kaliteli futbolculardı, sonradan getirilen Niculescu ve yeni Romen genç nesli Bratu-Petre-Tamas gibi cacık topçular değillerdi. Ve iyi teklifler geldi. Satıldılar...Galatasaray'da genelde sağ bekte gördüğümüz Filipescu, defansın göbeğinde oynamaya, ve hızlı forvet Ilie, zaman zaman ileride, zaman zaman sağ kanatta kullanılmak üzere İspanya'ya gitti. Ilie, Valencia'ya, Filipescu ise Real Betis'e gitti. Medyamız ara sıra haberdar ediyorlardı bizi ne yapıp ne ettiklerinden.
Her ikisi de milli takımlarına uzun yıllar boyunca hizmet ettiler. Medya peşlerini bir noktadan sonra bıraksa da, Galatasaray taraftarı da onları unutmadı.
Ilie, kadro derinliğinden olsa gerek, Valencia'da süreklilik tutturamadı..Sonra Alaves ve hatta kısa bir Beşiktaş macerası yaşadı. Fakat diz sakatlıkları yakasını bırakmadı ve 30 yaşında futbolu bırakmak zorunda kaldı.
Filipescu ise Betis'te düzenli oynadı.
İkili, daha sonra İsviçre'nin FC-Zürich ekibinde kısa bir süreliğine tekrar buluştular.
Ilie futbolu erken bırakırken, Filipescu ise kariyerini Almanya'da Duisburg'da sürdürüyor.
Romanya'nın Bükreş'ten trenle 2 saat tutan şirin ortaçağ kasabası görünümlü Braşov'da Ilie'nin otellerine ve lokantalarına rastlayabilirsiniz...
Etiketler:
Futbol,
Ne oldu onlara?
Bir Çöküşün Hikayesi - 1
Senelerden 1940...
Hitler'in Nazi Almanyası Polonya'yı işgal etmiş ve Sovyetler'le paylaşmış durumda. Avrupa, tarihinin "Büyük Savaş"'tan sonra görülmüş en karanlık dönemini yaşıyor.
"La Drole Guerre", yani "tuhaf savaş", 6 aydır süregidiyor. Almanya ve Fransa savaş halinde, ancak hiçbir şekilde birbirlerine müdahalede bulunmuyorlar. Kaldı ki, Almanlar'ın en ufak bir müdahale için, bir efsane haline gelmiş hat halinde giden devasa savunma duvarı/kompleksi Majino(Maginot) Hattı'nı aşması lazım. 1. Dünya Savaşı şartları kafasıyla, Fransa'nın yenilmek bilmeyen ve bir bakıma haklı Almanya korkusuyla yapılan bu hat, Alman-Fransız sınırı boyunca uzanıyordu.
Bir "Büyük Savaş", yani 1. Dünya Harbi senaryosu tasarlanmıştı Müttefiklerin kafalarında. Esasında, geçtiğimiz yıllarda, Müttefik kuvvetlerin, özellikle Fransa'nın ordu düzeneğinin kurulumunda trajik hatalar yapılmıştı.
Esasen tank teknolojisini ilk kullanan ve geliştiren Müttefikler olmasına rağmen, özellikle Fransız genelkurmayı, Birinci Dünya Savaşı metotlarını aşamayarak, tank sayı ve teknolojilerine uzun yıllar önem vermediler. 1930'larda Sovyetler savaş yıllarının en iyi tankı kabul edilen T-34'ü ürettiği üretirken, Von Seeckt kumandasında, kısıtlanmış ve sınırlanmış haline rağmen gizlice çekirdekten müthiş bir subay nesli yetiştiren Alman (Weimar) Cumhuriyeti Ordusu 1920'lerin sonlarına gelindiğinde tankların öneminin farkına varmıştı. Almanlar 1917 Cambrai ve 1918 Meuse-Argonne taarruzlarında kendilerini şaşırtan bu yeni silahın farkındalardı. İngiliz generali Sir Basil Liddell Hart, en önemli tank teorisyeniyken, onun teorileri Müttefikler'den çok Alman ve Sovyetler'ce benimsenmişti. Fransızlar'ın tank kuvveti ise fazlasıyla zayıftı. General Charles De Gaulle ve arkadaşı General Charles Delestraint dışında zırhlı kuvvetlerin kullanımı konusuna eğilen dahi olmamıştı. Büyük savaş, 4 yıllık Batı Cephesi deneyimi, sanki diğer Fransız generallerinin gözlerini kör etmişti...
Savaş başladıktan sonra İngilizler adet yerini bulsun diye BEF(British Expeditionary Force)'i Fransa'ya Lord John Gort kumandasında yolladılar. Ancak burada bir noktaya değinmek muhakkak önemlidir. Gort'un BEF'i, Birinci Dünya Harbi'nde gönderilen BEF'ten sayı ve dönemlerine teknolojik anlamda orantılı bir biçimde bakarsak teçhizat olarak çok daha aşağı bir konumdaydı. Kaldı ki, savaş teknolojileri 25 yıl öncesine göre, silahlardaki gelişimler bir yana, özellikle uçak ve tankın kullanımıyla, ve yeni savaş doktrinlerinin, taktiklerin oluşumuyla fazlasıyla gelişmişti, ve olası bir Fransa işgal saldırısı durumunda, Belçika'nın, veya Hollanda'nın fazlaca direnmesini beklemek abesle iştigaldi. Kaldı ki Fransa, 1. Dünya Savaşı'nda toparlanması zor bir şekilde kan kaybetti. Milyonlarca ölünün üzerine, yaralılar ve sakatlar da eklendi. Savaş sonrası yıllarda doğum oranı tabana vurdu.
Ve 9 Mayıs 1940 günü çattı. Alman kuvvetleri, "La Drole Guerre"'i bitirecek ilk adımı atarak Lüksemburg'a girdi.
Rommel, Guderian, Manstein ve komutanları, ve de astları, tarihi sarsmaya hazrlardı.
Bu şartlar altında, Fransız Genelkurmay Başkanı Gamelin de poker masasına oturdu...Kumarını oynamaya başladı.
Devasa Majino Hattı'nın Fransa'yı ayakta tutacağına dair inanç yoğundu.
Yarın asla ölmez...Devamı yarın.
Hitler'in Nazi Almanyası Polonya'yı işgal etmiş ve Sovyetler'le paylaşmış durumda. Avrupa, tarihinin "Büyük Savaş"'tan sonra görülmüş en karanlık dönemini yaşıyor.
"La Drole Guerre", yani "tuhaf savaş", 6 aydır süregidiyor. Almanya ve Fransa savaş halinde, ancak hiçbir şekilde birbirlerine müdahalede bulunmuyorlar. Kaldı ki, Almanlar'ın en ufak bir müdahale için, bir efsane haline gelmiş hat halinde giden devasa savunma duvarı/kompleksi Majino(Maginot) Hattı'nı aşması lazım. 1. Dünya Savaşı şartları kafasıyla, Fransa'nın yenilmek bilmeyen ve bir bakıma haklı Almanya korkusuyla yapılan bu hat, Alman-Fransız sınırı boyunca uzanıyordu.
Bir "Büyük Savaş", yani 1. Dünya Harbi senaryosu tasarlanmıştı Müttefiklerin kafalarında. Esasında, geçtiğimiz yıllarda, Müttefik kuvvetlerin, özellikle Fransa'nın ordu düzeneğinin kurulumunda trajik hatalar yapılmıştı.
Esasen tank teknolojisini ilk kullanan ve geliştiren Müttefikler olmasına rağmen, özellikle Fransız genelkurmayı, Birinci Dünya Savaşı metotlarını aşamayarak, tank sayı ve teknolojilerine uzun yıllar önem vermediler. 1930'larda Sovyetler savaş yıllarının en iyi tankı kabul edilen T-34'ü ürettiği üretirken, Von Seeckt kumandasında, kısıtlanmış ve sınırlanmış haline rağmen gizlice çekirdekten müthiş bir subay nesli yetiştiren Alman (Weimar) Cumhuriyeti Ordusu 1920'lerin sonlarına gelindiğinde tankların öneminin farkına varmıştı. Almanlar 1917 Cambrai ve 1918 Meuse-Argonne taarruzlarında kendilerini şaşırtan bu yeni silahın farkındalardı. İngiliz generali Sir Basil Liddell Hart, en önemli tank teorisyeniyken, onun teorileri Müttefikler'den çok Alman ve Sovyetler'ce benimsenmişti. Fransızlar'ın tank kuvveti ise fazlasıyla zayıftı. General Charles De Gaulle ve arkadaşı General Charles Delestraint dışında zırhlı kuvvetlerin kullanımı konusuna eğilen dahi olmamıştı. Büyük savaş, 4 yıllık Batı Cephesi deneyimi, sanki diğer Fransız generallerinin gözlerini kör etmişti...
Savaş başladıktan sonra İngilizler adet yerini bulsun diye BEF(British Expeditionary Force)'i Fransa'ya Lord John Gort kumandasında yolladılar. Ancak burada bir noktaya değinmek muhakkak önemlidir. Gort'un BEF'i, Birinci Dünya Harbi'nde gönderilen BEF'ten sayı ve dönemlerine teknolojik anlamda orantılı bir biçimde bakarsak teçhizat olarak çok daha aşağı bir konumdaydı. Kaldı ki, savaş teknolojileri 25 yıl öncesine göre, silahlardaki gelişimler bir yana, özellikle uçak ve tankın kullanımıyla, ve yeni savaş doktrinlerinin, taktiklerin oluşumuyla fazlasıyla gelişmişti, ve olası bir Fransa işgal saldırısı durumunda, Belçika'nın, veya Hollanda'nın fazlaca direnmesini beklemek abesle iştigaldi. Kaldı ki Fransa, 1. Dünya Savaşı'nda toparlanması zor bir şekilde kan kaybetti. Milyonlarca ölünün üzerine, yaralılar ve sakatlar da eklendi. Savaş sonrası yıllarda doğum oranı tabana vurdu.
Ve 9 Mayıs 1940 günü çattı. Alman kuvvetleri, "La Drole Guerre"'i bitirecek ilk adımı atarak Lüksemburg'a girdi.
Rommel, Guderian, Manstein ve komutanları, ve de astları, tarihi sarsmaya hazrlardı.
Bu şartlar altında, Fransız Genelkurmay Başkanı Gamelin de poker masasına oturdu...Kumarını oynamaya başladı.
Devasa Majino Hattı'nın Fransa'yı ayakta tutacağına dair inanç yoğundu.
Yarın asla ölmez...Devamı yarın.
4 Nisan 2008 Cuma
Ne oldu onlara ? - 1
Yıllar önce bir hanım kızımız vardı, MTV'lerde, Number One'larda sıkça klip izleyen, Power FM, Radyo 5'ten şaşmayan yurdum genci bilir, Meja!
Hollandalı idi yanlış hatırlamıyorsam...Şirin bir görünüşü vardı. It's all about the money şarkısıyla piyasaya çıkmıştı. It is all about the money, it is all about the dımdımdıdıdımdım diye tekdüze bir tonda giderdi şarkı, ama dinlenmeyecek, bayacak birşey de değildi. Britney'lerin, Christina'ların yeni çıktığı adi Amerikan lolitacılığı döneminde, Avrupa'nın hanımefendi lolitası olarak sevmiştik kendisini.
Sonra Ricky Martin'e Private Emotion'da eşlik ederken duyduk, ancak Sertab Erener de o şarkıda Ricky ile düet yaptığı için Meja düetini pek beğenemedik. Hakkaten Sertab'ın yanında da sönüktü.
Sonra bir daha ne bir ses duydum ne bir seda...
Ne oldu onlara serisi, müzik alanında birinci eserini verdi...
Hollandalı idi yanlış hatırlamıyorsam...Şirin bir görünüşü vardı. It's all about the money şarkısıyla piyasaya çıkmıştı. It is all about the money, it is all about the dımdımdıdıdımdım diye tekdüze bir tonda giderdi şarkı, ama dinlenmeyecek, bayacak birşey de değildi. Britney'lerin, Christina'ların yeni çıktığı adi Amerikan lolitacılığı döneminde, Avrupa'nın hanımefendi lolitası olarak sevmiştik kendisini.
Sonra Ricky Martin'e Private Emotion'da eşlik ederken duyduk, ancak Sertab Erener de o şarkıda Ricky ile düet yaptığı için Meja düetini pek beğenemedik. Hakkaten Sertab'ın yanında da sönüktü.
Sonra bir daha ne bir ses duydum ne bir seda...
Ne oldu onlara serisi, müzik alanında birinci eserini verdi...
Etiketler:
Müzik,
Ne oldu onlara?
3 Nisan 2008 Perşembe
Alex ve Parma
Alexsandro de Souza, kısa adıyla Alex...Türkiye liglerinin şüphesiz en başarılı ofansif orta saha futbolcusu. Avrupa klasmanında da, "en iyiler" klasmanında olmasa dahi kalburüstü bir futbolcu. Brezilya Milli Takımı formasını 68 kez giymiş, 20 gol atmış. Ülkesinde oynadığı yıllardaki futbolu da son derece başarılı. Ki Cruzeiro'ya zamanında şampiyonluğu getiren isimlerden, o dönemki, şu anda da çoğu Avrupa'da oynayan takım arkadaşlarıyla beraber.
Muhteşem bir oyun zekası ve yaratıcılığı var. Gol yollarında, teknik anlamda, asist paslarında, duran toplarda son derece tehlikeli bir futbolcu. Bir yandan da zaman zaman sahada kaybolduğu, yeterince koşmadığı, büyük maçlarda iş yapamadığı yönünde(ki yetenekli bir defansif orta saha oyuncusunun ağır markajı altında hakkaten de kaybolma anları yaşadığı oluyordu özellikle Avrupa'da zaman zaman, bu sene ancak Makelele ve Mehmet Topal'ın kitlediğini gördük), son yıllarda bir nebze azalttığı, ancak halen doğruluk payı içeren özellikleri mevcut. Ancak bütün bunlar kesinlikle Alex'in kalburüstü bir topçu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İstatistikler ortada; özellikle bu sene, gerek Türkiye Ligi, gerekse Şampiyonlar Ligi için.
Bildiğiniz gibi, Alex 4 sene önce Fenerbahçe'ye gelmeden önce, futbol hayatının neredeyse tamamını Brezilya'da geçirmiştir. Ancak birkaç ay gibi çok kısa bir dönem süren bir zaman diliminde, 2001 yılında Parma macerası yaşamıştır. Senelerdir bir gizemdir Alex'in Parma'da neden tutunamadığı niye döndüğü. Benim gibi Galatasaray ve Beşiktaş taraftarlarının elinde de bir mezedir. "Alex Türkiye Ligi topçusu ancak, bak Avrupa'da ne oldu, Parma iki ayda geri gönderdi bundan cacık olmaz deyip" diye de geyiği çevirilir sıklıkla. Malesani birkaç ay içinde Alex'i Parma'dan Brezilya'ya şutlamıştır, doğru dürüst şans dahi vermeden.
Alex'in bu döneminin üzerinde gölgeler vardır. Alex niye Parma'da tutunamadı? O kadar mı kötü bir dönemindeydi o dönem? Stili, İtalyan futboluna alerjik olsa da, İtalya'da varsın hiç bir iş yapamayacak olsa da, bir kaç ay olsun şans verilemeyecek bir oyuncu muydu? Yoksa Alex "problemli futbolcu" moduna girerek İtalyan futboluna, ülkeye ve yeni takımına mı uyum sağlayamadığından gönderildi?
O dönem, Parma gibi Palmeiras'ın da sponsoru olan Parmalat firmasının işi miydi onu getirmek? Ben o dönemde %50 bonservis Parma'da, %50 Palmeiras'ta gibi bir durum hatırlıyorum, ancak emin olduğum söylenemez.
Nedir bu işin aslı astarı? Biri bu sır perdesini ortaya dökse hakikaten rahatlayacağım, çünkü epeydir merak ettiğim bir konudur, o dönemde Parma'nın Alex'i niye 2 ayda şutladığı. Zira Parma o dönem halen batmamış ve iyi bir takım olsa dahi, her pozisyonda ikişer üçer tane yetenekli futbolcusu olan da bir takım değildi. Orta sahası, Junior-Micoud-Lamouchi-Marchionni dörtlüsünden oluşuyordu ve yedeklerinde de ancak Bachini, Boghossian gibi ortalama futbolcular vardı...
Muhteşem bir oyun zekası ve yaratıcılığı var. Gol yollarında, teknik anlamda, asist paslarında, duran toplarda son derece tehlikeli bir futbolcu. Bir yandan da zaman zaman sahada kaybolduğu, yeterince koşmadığı, büyük maçlarda iş yapamadığı yönünde(ki yetenekli bir defansif orta saha oyuncusunun ağır markajı altında hakkaten de kaybolma anları yaşadığı oluyordu özellikle Avrupa'da zaman zaman, bu sene ancak Makelele ve Mehmet Topal'ın kitlediğini gördük), son yıllarda bir nebze azalttığı, ancak halen doğruluk payı içeren özellikleri mevcut. Ancak bütün bunlar kesinlikle Alex'in kalburüstü bir topçu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İstatistikler ortada; özellikle bu sene, gerek Türkiye Ligi, gerekse Şampiyonlar Ligi için.
Bildiğiniz gibi, Alex 4 sene önce Fenerbahçe'ye gelmeden önce, futbol hayatının neredeyse tamamını Brezilya'da geçirmiştir. Ancak birkaç ay gibi çok kısa bir dönem süren bir zaman diliminde, 2001 yılında Parma macerası yaşamıştır. Senelerdir bir gizemdir Alex'in Parma'da neden tutunamadığı niye döndüğü. Benim gibi Galatasaray ve Beşiktaş taraftarlarının elinde de bir mezedir. "Alex Türkiye Ligi topçusu ancak, bak Avrupa'da ne oldu, Parma iki ayda geri gönderdi bundan cacık olmaz deyip" diye de geyiği çevirilir sıklıkla. Malesani birkaç ay içinde Alex'i Parma'dan Brezilya'ya şutlamıştır, doğru dürüst şans dahi vermeden.
Alex'in bu döneminin üzerinde gölgeler vardır. Alex niye Parma'da tutunamadı? O kadar mı kötü bir dönemindeydi o dönem? Stili, İtalyan futboluna alerjik olsa da, İtalya'da varsın hiç bir iş yapamayacak olsa da, bir kaç ay olsun şans verilemeyecek bir oyuncu muydu? Yoksa Alex "problemli futbolcu" moduna girerek İtalyan futboluna, ülkeye ve yeni takımına mı uyum sağlayamadığından gönderildi?
O dönem, Parma gibi Palmeiras'ın da sponsoru olan Parmalat firmasının işi miydi onu getirmek? Ben o dönemde %50 bonservis Parma'da, %50 Palmeiras'ta gibi bir durum hatırlıyorum, ancak emin olduğum söylenemez.
Nedir bu işin aslı astarı? Biri bu sır perdesini ortaya dökse hakikaten rahatlayacağım, çünkü epeydir merak ettiğim bir konudur, o dönemde Parma'nın Alex'i niye 2 ayda şutladığı. Zira Parma o dönem halen batmamış ve iyi bir takım olsa dahi, her pozisyonda ikişer üçer tane yetenekli futbolcusu olan da bir takım değildi. Orta sahası, Junior-Micoud-Lamouchi-Marchionni dörtlüsünden oluşuyordu ve yedeklerinde de ancak Bachini, Boghossian gibi ortalama futbolcular vardı...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)